haberimeser.tr.gg
  Lekalem Düzgün
 

 



ALLAH BİZİ KORUSUN

Allah Bizi Korusun!
Gerçek büyük adamların övgüye ve pohpoha ihtiyacı yoktur.
Onlar kesinlikle övgü istemezler.
Kendileri istemediği halde bazıları överse, onlara mani olmaya çalışırlar.
Müslümanların zekatlarını, sadakalarını, hizmet ve yardım paralarını toplayıp, bunların bir kısmı ile dinbaronlarını öven, onların... reklamını ve propagandalarını yapanlar doğru yolda değildir.
Bütün hamdler, senalar, övgüler, sipaslar Allahü Tealaya mahsustur.
Hatemülenbiya Efendimize salât ve selam getiririz.
Diğer Peygamberler için aleyhisselam deriz.
Ashab-ı Kiram Efendilerimiz için "Radiyallahu anhüm ecmain" (Allah onların hepsinden razı olsun) duasını ederiz.
Âhirete intikal etmiş ulema, fukaha, süleha ve mü'minler için rahimehullah (Allah ona rahmetiyle muamele buyursun) deriz.
Günahkârlar için "Allah taksiratını affeylesin" deriz.
İmanı olan hiç kimseyi, günahı ne kadar çok olursa olsun, ilahî rahmet ve afvden uzak tutmayız.
Gerçek din alimlerine, gerçek fakihlere, gerçek şeyhlere, gerçek mürşid-i kâmillere çok hürmet ederiz. Onları veliyyinimet biliriz.
Din büyüklerini ve ruhbanları kesinlikle tanrılaştırmayız, putlaştırmayız.
Allah'ın izni olmaksızın kimsenin şefaat edemeyeceğini biliriz.
Gerçek alimler, gerçek fakihler, gerçek şeyhler, gerçek mürşidler ücretlerini Allah'tan bekler ve isterler, mahlukattan beklemezler ve istemezler.
Zekâtları Kur'ân'a, Sünnet'e, fıkha ve şeriata aykırı olarak toplayanlar ve sarf edenler hain ve merduttur.
Din ticareti ve bezirganlığı yapılarak elde edilen gelirler ve servetler lanetlidir.
Ulema-i din, fukaha, amme-i din, müfessirin-i kiram, muhaddisin-i zevi'l-ihtiram, eimme-i müctehidîn telif ve tasnif buyurmuş oldukları değerli fıkıh, ilmihal, tefsir, hadîs, ahlak ve tasavvuf kitaplarını telif ücreti, câize, dünyalık elde etmek için yazmamışlardır.
"Bir an önce bol cildli bir tefsir çıkartıp da köşeyi döneyim" zihniyeti lanetli bir zihniyettir.
Yakın tarihin İslâm büyüklerinden Şeyh Adanalı Sami Efendi hazretleri 90 küsur yaşında Medine-i Münevvere'de vefat etti. Kendisine bakan doktorla görüştüğümde şöyle demişti: "Mübarek sanki rölantide yaşıyor, günde aldığı gıda bir ceviz kadardır. Namaz kılıyor, zikrullahla meşgul oluyor, dünyada ölmüş vaziyette yaşıyor..."
Allah'ın yer yüzünde Halifeleri olan sâlih ve velî kişiler "ölmeden önce ölmüş" rütbe ve derecesine yükselmişler, hiçleşmişlerdir.
Riyaset (başkanlık) hırsı cinsel şehvetten 360 derece kuvvetli ve zararlıdır.
Halktan İslâm adına toplanan bütün yardım ve hizmet paraları aşağıda sayacağım şu kutsal değerler için doğru dürüst ve yerli yerinde (Kur'âna, Sünnete, Şeriata, İslâm ahlakına uygun olarak) harcanmalıdır:
(1) İslâm, (2) Kur'ân, (3) Sünnet (4) Şeriat, (5) Fıkıh, (6) Ahlak-ı İslâmiyye, (7) İmamet-i Kübra, (8) Ümmet-i Beyza.
Fıkıh mezhepleri çok faydalı ve lüzumludur ama onlar amaç değildir.
Gerçek tasavvuf tarikatları çok faydalı, çok mübarek, çok lüzumludur ama onlar da amaç değildir.
Her Müslümanın hak ve doğru bir fıkıh mezhebini kabul etmesi ve onu bütün olarak uygulaması gerekir ama mezhepçilik kötüdür. Doğru olan mezhepli olmaktır.
Tarikatli olmak doğrudur, tarikatçilik yanlıştır.
İnanç, fıkıh ve ahlak bakımından Ehl-i Sünnet dairesi içinde cemaat olunabilir ama cemaatçilik, cemaat fanatizmi ve asabiyeti kötüdür.
Her mü'minde Ümmet bilinci olmalıdır. Asıl, temel, esas olan budur. Ümmet bilincine sahip olmayan Müslüman vasıflı ve şuurlu değildir.
Doğru itikada sahip olmayan fırkalar fırka-i dalledir.
Şeriat-ı Garre-i Ahmediyyeye ters düşen bütün itikatlar, ameller, sözde hizmetler hederdir.
İhlassız ameller ve ibadetler hederdir.
Din alimliği ve fakihlik ticarî bir meslek ve sektör değildir, dünyalığa ve zenginleşmeye alet edilemez.
Ümmet-i Muhammed'e en büyük zararı din sömürücüleri vermektedir.
Gerçek mürşidlerin Ümmet-i Muhammed'i aldanmaktan korumaları gerekir.
İlimle aldananlar vardır.
Tasavvufla, hırka ve taçla aldananlar vardır.
Gösteriş için hayır hasenat yaparak aldananlar vardır.
İbadetleri, kendilerini ucba götürenler aldanmıştır.
Ben ben ben diyenler hep aldanmıştır.
Günahkarları hor görüp kendilerini çok beğenenler ve yüceltenler aldanmıştır.
Ramazan çadırlarının kapısına kocaman harflerle "Bu akşamki iftar Hacı Gani Zenginzade tarafından verilmektedir" diye yazdıranlar aldanmıştır.
Allah rızası için yapılmayan ibadetler, nafileler, hayırlar, hasenat makbul olmaz.
Cahil halkın hizmet paralarını cebellezi edenler haindir, merduttur, münafıktır.
Saçı bitmedik yetimlerin, miskinlerin, fukaranın, sürünenlerin haklarını gasb edenler merduttur, mel'undur, haindir.
Râşi de mürteşi de (Rüşvet alan ve veren) cehennemliktir.
İki iftar sofrası:
Birinci sofra: Tarhana çorbası, nohutlu bulgur pilavı, erik kurusu hoşafı, cacık... Bu mütevazı sofra helal para ile hazırlanmıştır.
İkinci sofra: On beş çeşit lüks ordövr (küçük börekler, dolmalar, sucuk pastırma, peynir, zeytin, zeytinyağlılar, bal, reçel, içli köfte, çiğ köfte vs)... Küçük köftelerle yapılmış tereyağlı nefis bir çorba...Bol soğanlı ve kıymalı yumurta... Ana yemek... Fıstıklı, safranlı ve mantarlı pilav... Çeşit çeşit tatlılar... Cacık, salata, turşu, tarama... Beş çeşit tatlı... On çeşit meyva... Dondurmalar... Çaylar, kahveler... Ayran, meyve suları, meşrubat...
Bu ikinci sofra kara haram para ile hazırlanmıştır. Birinci sofra hayırlıdır, ikici sofra ateştir, cehennemdir.
Sevgili din kardeşim sakın aldanma, kanma, yanma...
Biz bütün ömrü boyunca buğday ekmeği ile eti bir arada doyasıya yememiş olan Hâtemülenbiya Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellemin ümmetiyiz...
Kurtuluş doğruluktadır, dürüstlüktedir.
Kurtuluş ihlastadır.
Kurtuluş nefs-i emmaresini tebrie etmemektedir. (Aklamamaktadır).
Kurtuluş, Allahın lütf etmiş olduğu nafakayı paylaşmaktadır.
Kurtuluş helal ve tayyib kazançtadır.
Muhterem okuyucularımın ve bütün din kardeşleriminRamazan-ı şeriflerini tebrik eder, hayır dualarını beklerim...
Allahü Teâlâ hazretleri bizleri aldanmaktan, ayağımızın kaymasından, lüksten, israftan, tenperestlikten, gurur, kibir ve ucbtan, şeytanın tuzaklarına düşmekten, haram yemekten, Altın Buzağı'ya tapmaktan, kafirler gibi yedi mideyle tıkınmaktan, kardeşlerimiz aç gecelerken tok sabahlamaktan muhafaza buyursun.Devamını Gör

LEKALEM DÜZGÜN


İnadına Erbakan diyenler oldukça!

 

Erbakan'ın siyasete adım atması ile birlikte Erbakan'ı siyaset dışı bırakma çalışmaları da başlamıştı!

Erbakan'ı bizlerden çok daha iyi tanıyan ve ne yapmak istediğini bilen malum mihraklar "Erbakansız bir siyaset" için kolları sıvamışlardı!

Su uyur düşman uyumaz derler!

Erbakan düşmanları da hiç uyumadılar ve Erbakan'ı siyaset dışı bırakabilmek için ellerinden ne geliyorsa hepsini yaptılar!

Sözlerini alaya alarak Erbakan'ı küçük düşürmeye çalıştılar ama bu yöntem tutmadı!

Erbakan'ı boş hayallerin adamı olarak takdim etmeye çalıştılar ama bu da tutmadı!

Onlar ne kadar Erbakan'ı siyaset dışına itmeye çalışsalar da Erbakan siyasette önemli dönüşümlere yol açacak adımları atmayı hep başardı!

Erbakan'ı dışarıdan yıkamayacaklarını anlayan çevreler bu defa içeriye göz diktiler!

Erbakan'ın çevresinde toplanan insanları hedeflerine alarak ve onları kötüleyerek netice almaya çabaladılar!

Bu çabada sonuçsuz kaldı çünkü Erbakan dava arkadaşlarına hep sahip çıktı!

Erbakan'ı siyaset dışı bırakmak isteyen çevreler bu yöntemde para etmeyince bu defa Erbakan'ın yakın çevresine göz dikerek onlara Erbakansız iktidar vaatlerinden bulundular!

Nitekim bu vaatlerini yerine getirdiler ve onları iktidara taşıdılar! Erbakan ise aleyhindeki tüm sözlere ve çalışmalara rağmen muhaliflerini hep kardeşi olarak gördü ve onları hiç dışlamadı!

Erbakan'ın bu kimseyi dışlamama ve herkesi kucaklama gayreti maalesef kimileri tarafından yanlış algılandı ve "bir zaaf" olarak görülmeye başlandı!

Erbakan'ın bu merhameti inancından ötürü değil de güçsüzlüğünden ötürü gösterdiği gibi varsayım giderek yaygınlaştı!

Erbakan'ı siyaset dışı bırakmak isteyen çevreler giderek Erbakan ismi etrafındaki çemberi genişlettiler ve sadece Erbakan'ın değil oğlunun kızının da siyaset dışı kalmasını istemeye başladılar!

Ve bunu ilkeli siyasetin gereği gibi göstermeye çalıştılar!

Erbakan'ın oğlu dışlanırken başkalarının oğulları baş tacı edildi!

Bütün bunlar elbette sebepsiz ya da nedensiz değildi!

Erbakan'ın siyasete adım attığı ilk günden bu yana gayet planlı ve programlı bir Erbakan aleyhtarlığı sürdürülmektedir!

Zira hasımları bilmektedir ki Erbakan kolaylıkla baş edebilecekleri bir siyasetçi değildir!

Ondan kurtulabilmenin tek yolu O'nu siyaset dışı bırakmaktan geçmektedir!

Bunu sağlayabilmek için de çemberi giderek genişletiyor ve sadece Erbakan'ı değil birinci dereceden yakınlarını da "saf dışı" bırakarak sonuç almaya çalışıyorlar!

Bütün bu olumsuz çabalara karşı hala "İnadına Erbakan" diyen kadroların bulunması ise tek teselli kaynağımızdır!
 

Lekalem düzgün

lekalem@hotmail.com

MİLLİ GÖRÜŞ LİDERİ PROF. NECMETTİN ERBAKAN AÇIKLAMA YAPTI

Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN Saadet Partisi Büyük Kongresi ile ilgili olarak açıklama yaptı..

İŞTE O AÇIKLAMA:

“Milli Görüş Camiamızın çok aziz ve muhterem mensubu kardeşlerim! Hepinizi gözlerinizden öpüyor, hürmetle ve muhabbetle selamlıyorum.

İktidara yürüyen Saadet Partimizin 11 Temmuz 2010 Pazar günü yapılan Olağanüstü Kongre sonrası kamuoyunda tereddütler meydana getirmek için gösterilen faaliyetler karşısında aşağıdaki gerçeklerin açıklanmasında yarar görülmüştür.

Milli Görüş Camiası 11 Temmuz günü mevsim itibariyle elverişli olmayan şartlara rağmen büyük bir coşku ve heyecanla canlı bir kongre yapmıştır. Ve fakat kongre önümüzdeki seçim çalışmaları döneminde birlik, beraberlik, kardeşlik, sevgi ve heyecanla çalışmayı temin bakımından istenen neticeyi vermemiştir.

Bunun sebebi iyi niyetle daha iyisini yapacağız zannıyla partimizi davasından, gaye ve temel esaslarından uzaklaştırmaya yönelik bir takım arzuların yürürlüğe konulmak istenmesidir.

40 Yıllık Milli Görüş davasının tek temsilcisi olan Saadet Partimizin ana hedef, gaye ve esaslarından uzaklaştırılmasını ve diğer partilere benzer bir parti haline getirilmesini camiamız mensubu hiçbir şuurlu kardeşimiz tasvip etmez.

Bu durumda partimizi bütün diğer partilerden üstün kılan mevcut 60 partinin benzeri 61. bir parti olmaktan muhafaza etmek, temel esaslarımızdan uzaklaşılmaması için elden gelen her türlü gayreti göstermek, Milli Görüşe inanan her kardeşimizin inancının gereğidir.

Temel esasların muhafazası için ve seçime giderken birlik, beraberlik, sevgi ve kardeşlik örneğinin ortaya konulması ve bunların YENİ BİR KONGRE ile en kısa zamanda bütün milletimize gösterilmesi milli bir görevdir.

Çünkü, mevcut yönetimde yer alan milli görüşçü kardeşlerimizin her birinin kıymetli olduğunu biliyoruz. Ancak temel esasların muhafazası için tek tek şuurlu olmak yetmez, ekip olarak temel esasların muhafazasına özel itina gösteren bir yapıda olunması da zorunludur.

Yeni yapılacak Büyük Kongrenin takdiri ile bu ekibin teşkil edilerek hep beraber tek bir vücut halinde kardeşlik, sevgi ve heyecanla önümüzdeki atılımı gerçekleştirmek için camiamızın üzerine düşen görevi en büyük başarıyla yerine getireceğine inanıyorum.

Bu meyanda gerek temel esaslarımızda en mühim yeri işgal ettiği için, ne gerekse camiamızın her zaman şiarı olduğu için yapılacak bu kongrede bütün delegelerimizin ve mensuplarımızın hiçbir ayırım gözetmeden bir birlerini sevgi ve saygıyla kucaklayacaklarına yürekten inanıyorum.

Camiamızın mensuplarının her birini ayrım yapmaksızın gözlerinden öpüyor, bağrıma basıyorum”.

Tevfik Allah’tandır.

Zafer İnananlarındır ve Zafer Yakındır.

lekalem düzgün antalya


ÜLKÜCÜ VİCDANLARA SESLENİYORUM

MHP eski İl Başkanı Av. Nizamettin Sağır’ın antalyaguncel.com adlı internet sitesinde benim daha önceden anayasa değişikliğinde MHP’nin tavrını eleştiren yazıma verdiği cevaba karşı bu yazıyı kaleme alıyorum. Sayın Sağır beni “yalancı olmak ve münafıklıkla” suçlamış. Bende “algılama zafiyeti” tespiti yapmış, bana “sığ” demiş ve bizim “AKP’ye verdiğimiz desteğe kılıf bulmak” gayretinde olduğumuzu iddia etmiş.  Hepsi yanlış ve hepsi kişi haklarını incitici laflara karşı kendisi yaşça ve siyasette kıdemce benden büyük olduğu için ağır cevap yazmayacağım. Ama yazma hakkımı saklı tutuyorum. Ve kendisine Hukuk Fakültesi 1. Sınıfta okutulan “Hukuk başlangıcı” kitabında “normlar hiyerarşisi” başlığı altında incelenen ama hiyerarşiye tabi olmaksızın bir hissi tabi olarak var olması gereken “ahlak normları” çerçevesinden uyarıyorum; Sayın Sağır, beni eleştirebilirsiniz ama hakarete asla tahammül edemem. Lütfen kendinize geliniz.
 
Ey ülkücü vicdanlar; Şimdi size seslenmek istiyorum.
 
Adı geçen sitenin bir diğer ülkücü yazarı Suat Başaran’ın “Göç yolda dizilir” başlıklı 31.05.2010 tarihli yazısında geçen cümlelerden esinlenerek söze başlamak isterim. Sayın Başaran “Ülkücü hareketin tarihi, en azında 12 Eylül sonrasında; sorumsuzluğun, terkedilmişliğin ve satılmışlığın hikâyeleriyle doludur” diye yazmış. Ve şu cümlelerle devam etmiş “‘Ülkücü’ kelimesine üzerimize örtü olarak almışız ve bu örtünün altında, ‘örtü’ nün adıyla adlandırılıyoruz... Sadece bir örtü ‘ülkücülük’ ; her birimizi örten bir örtü…  Sadece fikrimiz değil, ahlâk algılayışımız bile farklı… ‘Yalan’a ‘iman hassasiyeti’yle yaklaşanla, yalan söylemeyi alışkanlık haline getirenler aynı kutsallık içerisinde adlandırılıyor. Bir çoğumuzun ‘büyük günah’ olarak gördüğü davranışlar kimileri için, ‘yaşam normu’ …” Ve sayın Başaran şu sözlerle devam etmiş “Benim sözlerimin muhatapları ‘particilik’ yapanlar değildir. Bahsetmeye çalıştığım ülkücülüktür… Fikri disiplinin yanında, ahlâki tutarlılığı da içinde barındırması gereken, ülkücülük…”
 
Ey ülkücü vicdanlar;
 
Suat Başaran beyefendinin de işaret ettiği çizgi üzerinden yol alarak sesleniyorum. Benim sözüm “adaylık” ve “seçim” üzere endeksli sözde dava adamlarına değildir. Yüreği maneviyatla dolu, milletin değerleri ile barışık, milletin ensesinde boza pişiren “tek parti CHP” dönemi devam ettiricisi siyaset ve bürokrasi mütegallibesine karşı çıkanlaradır.
Sözüm Anadolu bozkırlarında dilinde bir Türkü, elinde orak veya bir kalem, cayır güneşin altında yüreğinde memleketinin sevdasını taşıyan yüreği pörsümemişleredir.
 
Can ciğer olduğum çok ülkücü arkadaşım oldu. Hala da vardır. “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik” mısrası beni en az sizin kadar heyecanlandırır. “Vatan sevgisinin imandan olduğunu” bilir ve imanın cinsiyet ve ırktan daha mühim olduğunu da bilerek hareket ederim.  Bu bakımdan maneviyatçı değerlere sahip ve milletini ve memleketini bu değerler zaviyesinden bakarak seven her ülkücüyü öz kardeşim bilirim.
 
Ey ülkücü vicdanlar;
 
Ben bir yazı yazdım ve MHP’nin Anayasa değişiklik teklifine “hayır” oyu vermesini eleştirdim. Ayrılıkçı BDP ile aynı çizgide olmanın yürekleri yaraladığını, tarihi hırpaladığını vicdanları kanattığını, şehitlerin ruhunu incittiğini belirttim. 
 
Vicdanlı ülkücülere ve MHP’li kardeşlerime seslendim de şu soruyu sordum:
“1940’larda tabutluklarda işkence gören Rahmetli Başbuğ ve 12 Eylül öncesinde şehit olan 5.000 genç adam çıksa gelse size ne der? Millete HAYIR ama milletin üzerinde boza pişiren statükoya EVET demenize ne cevap verir? Ayrılıkçı BDP ile aynı safta yer tutmanız onların ruhlarını incitmedi mi?
Ey MHP’li dostlarım, Ülkücü genç kardeşlerim, Anayasa değişiklik teklifini beğenmediğimiz AKP getirdi diye HAYIR’ı otomatiğe bağlayıp aslında ve özünde “MİLLETE ve MİLLET EGEMENLİĞİNE HAYIR” denildiğinin farkında mısınız?  “
Evet bu yazıyı yazdım. Kınamak duygusu ile değil üzüntü ile yazdım. Mal bulmuş mağribi gibi yıkmak için değil ülkücü vicdana ters gelen “hayır”ın vicdanlardan döneceğini umarak, yürek sızısı ve Yeniden Büyük Türkiye “ülkü”müzü inşa etmek hissi ile yazdım.
 
Ama bunun karşısında hakaret ve hukuk adamlığına yakışmayan ve hukuk nosyonu ile uzak yakın bağı olmayan bir cevap aldım. Yazdığımı Av. Nizamettin Sağır lütfedip yazısının içeriğine de aldığından tekrarlamayacağım.
 
Sayın Sağır’ın yazdıklarına kısaca cevap yazmak isterim:
 
Madde 20’de getirilen özel hayatın gizliliği başlıklı düzenleme kişi haklarını ve bilgi güvenliğini anayasal düzeyde korunmayı hedefleyen bir düzenlemedir. Av. Nizamettin Sağır’ın cevap metninde belirttiği madde’nin haricinde “herkesin kişisel verilerini koruma, kullanma ve saklama “hakkını münhasıran kişinin tekeline bırakan ve kanunda yazılı olmayan haller haricinde kişisel bilgileri toplamak, kullanmak gibi hususlar bir nev’i anayasal suç haline getiren bir düzenlemedir.
 
Eski metinden daha ileri düzeyde bireylerin şahsi bilgileri teminat altına alıcı bir düzenlemedir.
MHP’nin 8 Kasım 2009 tarihli parti programının “Özel hayatın gizliliği ve dokunulmazlığı” başlığı altında vaat edilenler ile anayasa değişikliği birebir uyumludur.
 
Madde 23’de getirilen düzenleme kişilerin seyahat hürriyetini daha önce idarece yani hükümet organlarınca kısıtlanması mümkün iken yeni halde ise mahkeme kararını zorunlu hale getiren bir düzenlemedir. Seyahat kısıtlamasını idare tasarrufundan çıkartıp bağımsız mahkemelerin hak ve yetkisine veren bir düzenlemenin eleştirilmesinin hukuk adamlığı ile bağdaşır hiçbir yanı yoktur. Bu madde ile insanlarımızın seyahat hürriyetini Mussolini İtalya’sı, Esat Suriye’si gibi baskı rejimine sahip ülkelerde olduğu gibi hükümet adamının iki dudağı arasından alıp hukukun güvencesine bırakılmasının yadırganmasının nasıl bir ruh hali ile yapılabildiği anlaşılamamaktadır.
 
41.madde: Sayın Sağır’ın TBMM’den geçen metni okumadığı anlaşılıyor. Çünkü 41. maddeye yapılan ekleme çocuk istismarını önlemeyi ve çocuğa karşı şiddeti önleyici tedbirler alınmasını başlı başına bir anayasal devlet görevi haline getiriyor. Bu maddeye hiçbir yeni husus eklenmedi demek için kör olmak gerekir.
 
Memurların toplu iş sözleşmeleri ile ilgili düzenleme mevcudundan ileridir. Sayın Sağırın belirttiği gibi grev hakkının verilmemesi eksikliktir. Eski metindeki grev ve lokavt hakkına sınırlamalar getiren hükümler kaldırılmış ve ileri bir adım atılmıştır. Toplu görüşme yerine toplu sözleşme ileri bir adımdır. Ama yeterli değildir.
 
Kamu denetçiliği AB’ye MHP dönemi hükümetinin verdiği Ulusal Programının bir ürünüdür. Hükümeti değil kamuyu denetleyecektir. Bireylerin idare ile olan münasebetlerinde birey lehine tasarruflarda bulunabilecektir. TBMM’nin dilekçe komisyonu gibi havale kurumu olmaktan ileri aktif bir denetim kurumu olacaktır. Bizim tarihimizde de bu vardır. Muhtesip veya divan-ı mezalim Osmanlı’nın ombudsmanıdır. Zaten Avrupa’ya ombudsmanlık bizden kopya edilerek geçmiştir. Neredesin ey tarih şuuru deyip söze devam edelim. Şimdi ombudsmanın milletin seçtiği TBMM tarafından seçilmesini eleştirmenin mantığını anlamak mümkün değildir. Bundan daha normal ne olabilir. Nedir sizin millet ile derdiniz. İllaki atama usulü ile mi olmalı.
 
YAŞ Kararları ile ihraç edilenlere yargı yolu açan düzenlemenin eleştirilmesi akla mantığa ve hukuk adamlığına aykırıdır. Kars’tan bir delikanlı subay olacak. Namaz kıldı diyerek ordudan atılacak. Avukat olarak bu kişiyi savunması siyasetçi olarak bu uygulamayı eleştirmesi gereken bir kişi çıkacak YAŞ kararlarına karşı bağımsız mahkemelerce bu kararın denetlenmesine imkan verecek bir düzenlemeyi demokrasiye katkı sağlamayan bir düzenleme olarak değerlendirecek ve aksi düşünenleri de akıl sahiplerinin idrakine havale edecek. Ancak bu kadar olabilir. YAŞ kararları ile ordudan atılan 2.000 kişinin en az yarısı MHP’lidir. Onlardan biri ile karşılaşırsanız bu tezinizi ona da anlatıverin bakalım nasıl karşılanacaksınız. Bir kurulun ben yaptım oldu mantığını ortadan kaldıran ve mahkeme denetimini mümkün kılan bir düzenlemenin AVUKAT kimlikli bir kişi tarafından eleştirilmesinin takdirini kamuoyuna bırakıyorum.
 
 
ANAYASA Mahkemesinin üyelerinin seçimi hususunda yapılan değişikliği “akla ziyan mantık” olarak değerlendiren Sayın Sağır’ın “Gerçek:Yapılan düzenleme gerçekleşir ise; Anayasa Mahkemesi Üyelerini Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanını TBMM seçer, vd.” sözlerini hayretle okudum. Günaydın Sayın Sağır, artık Cumhurbaşkanını TBMM değil milletin bizatihi kendisi seçecek. Milletin bizatihi kendisinin seçtiği bir cumhurbaşkanının mahkemeye üye atamasına karşı çıkmak millete karşı çıkmaktır. Ve bunun milliyetçilikle izahı asla mümkün değildir.
 
2003 yılında Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin başkanlığında hazırlanan mahkemenin yapısının değiştirilmesi ve üye atamalarına ilişkin düzenlemelere de uygun bir değişiklik olan metnin Sağır Sağır’ın dediği gibi bir kısır döngü meydana getirmesi mümkün değildir.
Mevcut Anayasa’ya göre tüm üyeleri Cumhurbaşkanı atamaktadır. Şimdiye kadar buna ses çıkarttınız mı? İtiraz ettiniz mi? Soruyorum cevap veriniz. Mevcut Anayasa’da Cumhurbaşkanı üyelerinin tamamını yani 15 kişiyi atama imkânına sahipken bu yeni değişiklik ile üye sayısı 19’a yükseltilmiştir.  Ama Cumhurbaşkanının atayacağı üye sayısı ise şimdiki mevcudun altına çekilmiştir.
 
Anayasa mahkemesi üyelerinin milletin seçtiği Cumhurbaşkanınca seçilmesine karşı çıkanlar hadi delikanlı iseniz “Anayasa Mahkemesi üyelerini millet doğrudan seçer” diye bir hüküm getirelim. Ama siz kesin buna da karşı çıkarsınız çünkü milletin yönelişleri ile sizin bütün derdiniz.
 
Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı yerinde bir düzenlemedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmanın önüne geçmek için ortaya konulmuş yeni bir iç hukuk yoludur. Bunu da hukuk adamlığı nosyonu dışında kahve köşesindeki Hasan ağa ağzıyla “amaç; mahkemeyi çalışamaz hale getirmek” şeklinde izah etmek akla ziyandır.
 
HSYK idari bir kurumdur. Şu an binası ve bütçesi bile yoktur. Yeni düzenleme ile bir genel sekreterliğe ve özerk bütçeye kavuşmaktadır. 3 daireli olarak teşkilatlandırılmakta 21 asıl 10 yedek üye olarak sayısı artırılmakta, Adalet Bakanlığında olan hâkimleri denetleme yetkisi HSYK’ya devredilmektedir. Son derece ileri bir düzenlemedir. Üyelerinden 7 asıl 4 yedek üyesi şimdiye kadar hiç olmadığı şekilde seçim yapılarak birinci sınıfa ayrılmış hakim ve savcılarımız tarafından,   3 asıl 2 yedek üyesi Yargıtay Genel Kurulu tarafından, 1 asıl 1 yedek üyesi Danıştay genel Kurulu tarafından seçilecektir. Seçim sistemi de demokratik hale getirilmiştir.
 
Sayın Sağır değişiklik metnini hiç okumamıştır. Kurul’un TBMM’nin kontrolüne verildiğini iddia etmektedir. Göbeğimi çatlatırcasına gülüyorum. TBMM ile HSYK üye seçiminin ne alakası var.
 
12 Eylüle yargı yolu açılması meselesine ben cevap vermeyeceğim. 12 Eylül zindanlarında işkence gören ülkücüler cevap versinler. 12 Eylül askeri darbesinin ardından ceza evinde işkence gören ülkücüler, anayasa değişikliği paketine destek için 10 Nisan 2010 tarihinde bir deklarasyon yayımladı. Binlerce mağdur adına deklarasyona imza koyan 38 ülkücü Deklarasyonda "Mevcut yapıda yargının bir muhalefet partisi gibi hareket ettiği anlaşılmıştır. Hükümetin mevcut anayasa değişikliği taslağı, Türkiye'yi tek parti ideolojisinden kurtaracak ve devleti CHP'nin olmaktan çıkarıp milletin yapacak düzenlemeleri de içerdiğinden, bir Türk milliyetçisi olarak destekliyorum." dediler.

lekalem DÜZGÜN  ALANYA

Ezan Arapça Okunacak Namaz Arapça Kılınacaktır

Hiçbir devlet, rejim ve ideolojinin Müslümanların ibadet diline karışmaya hakkı ve salahiyeti yoktur.
Ezan Arapça okunur, namaz Arapça dua, sure, ayetler ve tesbihatla kılınır. Buna kimse karışamaz.
Laiklerin böyle bir karışmaya asla hakları yoktur.
Biz Müslümanlar dinî bilgilerimizi şu kaynaklardan öğreniriz:
Allahın Kitabı Kur'andan.
Peygamberimizin Sünnetinden.
Müctehid imamlarımızın ictihadlarından, fıkıh sistemlerinden.
Yedi tabakaya ayrılan icazetli fakihlerimizden.
Muteber ve güvenilir din kitaplarından.
Hiçbir dinsiz bize dinimizi öğretemez ve din konusunda baskı yapamaz.
Adam Yahudi, azılı İslam ve Müslüman düşmanı, asıl adı olan Moiz Kohen'i gizliyor, yerine buram buram Oğuz Türkçesi kokan Tekin Alp takma adını kullanıyor ve içinde "Kahr Olsun Şeriat!" başlıklı bir bölüm bulunan kitap yazıyor. Ben dinimi böyle bir kafirden öğrenmem.
Müslümanlar dinlerini bozuk ve sapık ilahiyatçılardan da öğrenmezler. (İlahiyatçıların hepsi bozuk ve sapık değildir, ben öyle olanları kasd ediyorum.)
Türkiyeli Müslümanlar dinî bilgi ve hükümleri Ebû Hanife'nin ve İmamı Şâfiînin yolundan giden fakihlerden öğrenir.
Ben dinimi azılı Farmason Afganî'den öğrenmem.
Dört mezhebe aykırı uyduruk ictihadlar yapan, bozuk fetvalar veren dall ve mudil kişilerden de öğrenmem.
Adamın alnı secdeye varmıyor ve kalkmış "EzanTürkçe okunsun, namaz Türkçe kılınsın" diye yaygara kopartıyor. Bu kişi ne karışıyor Müslümanların dinine, ibadetine?
1950'de Demokrat Parti iktidar oldu ve Arapça Ezanı yasaklayan kanunu kaldırdı ama Türkçe ezanı yasaklamadı. Bu kanun çıkar çıkmaz ülkenin on binlerce camiinden Arapça ezanlar okunmaya başlandı; bir tek, evet bir tek camide bile Türkçe ezan okunmadı. Halbuki Türkçe okumak serbestti.
Kendilerine çok güveniyorlarsa ezan konusunda bir referandum yapsınlar, bakalım halk ne diyecek?
Türkçe ezan ve ibadeti dindarlar istemez, sadece bir avuç dinsiz ve şaşkın ister.
Ezanımıza, namazımıza, Kur'anımıza, fıkhımıza karışmasınlar.
Milletin din, inanç, ibadet, inandığı gibi yaşamak haklarına saygı göstersinler.
İslam evrensel bir dindir. Hangi ırka, millete, lisana mensup olursa olsunlar Müslümanlar Kur'an diliyle ezan okur, ibadet ederler.
Biz Yahudilerin İbranice ve Ladino diliyle ibadet etmelerine karışıyor muyuz?
Çok milliyetçiyseler Türkçeyi istila eden İngilizce kelime ve tabirlerle mücadele etsinler.
Ezan Arapça okunacak, namaz Arapça kılınacaktır.
Arapça bütün Müslümanların müşterek (ortak) din dilidir.
Dinsizler ve sapmışlar bizim dinimize karışmasınlar, bize baskı yapmasınlar.
* (İkinci yazı)

Siyasette Vefa Yoktur
Siyasette asla vefa yoktur, hiç kimseye güvenmemelisiniz.Baykal'ın ne kadar çok dostu vardı. İçlerinden kaç kişi vefalı çıktı?
Siyaset bir devdir, çocuklarını yer.
Mânend-i div beççelerin iltikam eder
Köhne rıbat-ı dehr aceb âşiyânedir.
Büyük siyasetçilerin dışında herkes menfaatini düşünür. Normal ve sıradan politikacılar hodkâm ve hodperesttir.
Dostunun başarısı artmaya, şöhreti ve nüfuzu kendisinkini aşmayagörsün o derin dostluk oracıkta biter.
Dostu kendisinden aşağıda olursa ne âlâ.
Dostu kendisine eşit olursa rekabet ve soğukluk başlar.
Dostu hizmette, şöhrette, halkın rağbetini kazanmakta kendisini aşarsa önce gizli, sonra açık düşmanlık başlar.
Klasik politikacı kendisine iman etmiş adamdır.
Bir kovanda iki arı beyi olamayacağı gibi siyasî bir kuruluş ve cephede de iki lider olamaz.
Yakında siyaset arenasında bazı dostlukların bittiğini,
Radikal hesaplaşmalara gidildiğini,
Eski dostların harcandığını... göreceğiz.
Âyine-i devran bakalım neler gösterecek?
* (Üçüncü yazı)

Eyvah Müslümanlar  Üniversite Açacak!..
Sabataycılar ve benzeri egemen azınlıklar feryat ediyor, "Medreseler diriltiliyor" diye yaygara kopartıyor.
Neymiş Vakıflar idaresi iki özel üniversite kuruyormuş... Bundan daha tabiî, normal, faydalı, iyi ne olabilir? Tıp, hukuk, iktisat, tarih, edebiyat bölümleri olacak bir üniversiteden bu devlete, bu ülkeye, bu halka ne zarar gelir?
Hiçbir zarar gelmez ama Sabataycıların, Statükocuların, askerî vesayet rejiminin, resmî ideoloji dinine bağlı olanların işine gelmez.
Sabataycıların bu ülkede liseleri, üniversiteleri yok mudur? Vardır...Onlar zararlı olmuyor da, Müslümanların liseleri, üniversiteleri açılırsa zararlı olurmuş.
Başta ABD olmak üzere dünyanın çeşitli medenî, demokrat, ileri, güçlü ülkelerinde Hıristiyan ve Yahudi üniversiteleri vardır. Amerika'da Dr.Moon dininin üniversitesi vardır ve bizden aykırı bir ilahiyatçı orada ders vermiştir.
Medreseler hortlatılıyormuş... Ne büyük hezeyan...Bu memleket Müslümandır ve Müslümanların kendi din hocalarını ve fakihlerini yetiştirmek için devletten bağımsız İslam medreseleri kurmaya hakları vardır.
Laik Fransada bile İslam medresesi vardır ve talebe yetiştirmektedir.
Ortodoks Rumlar Heybeliada ruhban mektebini açtırmak için didinip çalışıyor, Müslümanlar da medreselerin açılması için çalışacaklardır.
Buralarda din ilimleri okutulacakmış. Tabiî okutulacak.
Vakıfların üniversite kurması Atatürkçülüğe aykırıymış... Olabilir... Aykırı olup olmaması Müslümanları bağlamaz ki...
Önemli olan, Vakıfların üniversite açmasının temel insan haklarına aykırı olup olmamasıdır. Kesinlikle aykırı değildir, tam aksine insan haklarına uygundur.
Evet, Sabatay Sevi dinine, Dönmeliğe inananlar nasıl okullar, üniversiteler açabiliyorsa, bu ülkede çoğunluğu oluşturan Müslümanlar da kendi okullarını açacaklardır.
Sabataycılara yeşil ışık, Müslümanlara kırmızı ışık. Böyle adaletsizliğe, böyle eşitsizliğe, böyle çelişkiye rızamız yoktur.

lekalem@hotmail.com


Tarikatlar ve Cemaatler


İslâmî tarikatlar, cemaatler, vakıflar, sivil kuruluşlar doğrudan doğruya kirli siyaset yapmamalıdır.
Hiçbir tarikat veya cemaat ülkeye tek başına hakim olma macerasına girmemelidir.
Senegalde bile bir değil, iki tarikat hayata, siyasete, idareye hakimdir.
Türkiye Müslümanları çeşitlilik içinde birlik olmayı denemelidir.
Gaye tarikat olmamalı, İslam ve iman olmalıdır.
Cemaate mensup Müslüman ile mensup olmayan Müslüman arasında ayırım yapılmamalıdır.
İslamın ölçüsü şudur: Cemaate mensup olmayan Müslüman ilim, irfan, kültür, ahlak, fazilet, ibadet, takva, mürüvvet bakımından, mensup olandan daha üstünse o Müslüman üstündür, mükerremdir.
Cemaate hizmet amaç haline getirilmemelidir.
Cemaat sayacağım şu değerlere hizmet için bir araçtır:
Din... İman...Kur'ân... Sünnet... Şeriat... İmamet...Ümmet... İslam ahlakı...
İslam dini cemaat ve tarikat büyüklerinin erbab (rabler) haline getirilmesini, putlaştırılmasını yasaklamıştır.
Hiçbir tarikat şeyhi ve cemaat hocaefendisi mâsum değildir, ismet sıfatıyla sıfatlı değildir, günahsız değildir, yanılmaz değildir.
Hiçbir tarikat ve cemaat, Müslümanların zekatlarını Kur'ana, Sünnete ve Şeriata aykırı olarak toplama ve yine onlara aykırı olarak harcama hakkına sahip değildir.
Cemaat ve tarikatların Kur'ana, Sünnete, icmâ-i ümmete, şeriata, zaruriyat-ı diniyeye, mevrid-i nassa aykırı inançları, görüşleri, düşünceleri, eylemleri, faaliyetleri merduttur, bâtıldır.
Cemaat ve tarikatlar Ehl-i Sünnet dairesi dışına çıkamazlar.
Cumhur-i ulemâ yolundan ve Sevad-ı Azamdan ayrılamazlar.
Ümmet bütünlüğüne zarar verici işler yapamazlar.
Hiçbir cemaat ve tarikatın, İslam'a ve Ümmete açıkça düşmanlık eden militan, harbî, açık küffarla işbirliği yapmaya hakkı yoktur.
Hiçbir tarikat ve cemaat, Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellemi yalanlayan, onun peygamberliğini inkar eden, onun Hak katından getirdiği kitabı inkar eden, onun dinini reddeden muannid kafirleri ehl-i necat ve ehl-i Cennet olarak kabul edemez, göremez.
Hiçbir cemaat ve tarikatın, bırakınız zaruriyat-ı diniyeyi, İslam'ın en ufak bir ahkâmından bile taviz vermeye hak ve selahiyeti yoktur.
Cemaat ve tarikat büyükleri dünya sultanı değil, (kendilerinde istidat ve ehliyet varsa) mâneviyat sultanı olabilirler.
Harbî Siyonistlerin ve Haçlıların desteğiyle hiçbir tarikat ve cemaat başı Halife olmayı düşünmemelidir.
Müslümanlar arasında meşreb farklılıkları tabiî karşılanmalıdır.
Şu veya bu meşrebten olmak bir nasib meselesidir.
Müslümanların zillet ve esaretten kurtuluşu yeterli sayıda güçlü, vasıflı, üstün, iyi, olgun Müslümanlar yetiştirmeye, bunları kadrolaştırmaya ve elbirliği ile çalışmaya bağlıdır.
Bu iş için tarikatlar, cemaatler, meşrebler arasında işbirliği yapılması şarttır.
Allah katında en üstün Müslüman şu veya bu tarikat veya cemaat mensubu değil; en fazla takvası olan Müslümandır.
Takvalı olmak için ilim, irfan, ahlak, fazilet, hikmet, mürüvvet, fütüvvet, ruh asaleti sahibi olmak gerekir.
Bütün Sünnî tarikatları, cemaatleri, meşrebleri, kuruluşları içine alan ve onları kontrol eden bir Şûra Meclisi kurulmalıdır.
Cemaat ve tarikatların malî kaynakları kontrol edilmelidir.
Tarikat ve cemaatlerin Kur'âna, Sünnete, Şeriata aykırı olarak zekat toplamalarının ve zekat paralarını uygunsuz  şekilde harcamalarının mutlaka önüne geçilmelidir.
Tarikat ve cemaatlerin holdingleşmesi son derece yanlış ve tehlikelidir.
Müslüman halk, din büyüklerinin putlaştırılmaması konusunda mutlaka uyarılmalıdır. Mütevâzı olmayan din büyüğü gerçek büyük değildir.
Zaruriyat-ı diniyeye, cumhur-i ulema yoluna, Sevad-ı Azama, İslamın müttefakun aleyh olan ahkamına, Kur'ân ve Peygamber ahlakına aykırı olan hiçbir tarikat ve cemaatte hayır, yümn, bereket ve feyz yoktur.
Bütün islâmî ve Kur'anî hizmetler Ümmet bilinciyle ve Ümmet çatısı altında yapılmalıdır.
Ümmet birliğinde rahmet vardır.
Tefrikada ise azap...
* (İkinci yazı)

Nafile İbadetler Gizli Tutulur
Muhterem kardeşim... "İbadet de gizli, kabahat da gizli..." sözündeki ibadetten kasıt nafile ibadetlerdir. Farz olan namazın kılınması, yine farz olan Ramazan orucunun tutulması, farz olan zekatın verilmesi gizli tutulmaz.
Ezan okunur, camiye gidersin, farz namazı cemaatle kılarsın. Bunda gizlilik mizlilik olmaz.
Lakiiin!..
Gece saat ikide kalktın, teheccüd namazı kılacaksın. İşte bunu gizli yaparsın, kimseye göstermez ve duyurmazsın.
"Dün gece elhamdülillah saat ikide kalktım, bir miktar teheccüd namazı kıldım..." diyerek davul çalanlar münafıktır.
Yine nafile oruç tuttuğunu başkalarına söyleyenler, gösterenler, ihsas edenler de münafıktır.
Sadaka verenler, öyle vermelidir ki, sağ elinin verdiğini sol eli bilmesin.
"Allah kabul etsin ben pazartesi ve perşembe oruç tutarım" diyenler münafıktır.
Filanca cemaat veya Baron geceleri teheccüd kılıyor diye reklam yapılmaz.
Nafile oruç tutan bir Müslüman, oruç tuttuğu anlaşılmasın diye icabında orucunu bozar, başka bir gün kaza eder.
Gece kalktın, nafile namaz kılacaksın... Kimse bilmesin diye perdeleri indirirsin.
Nafile oruç tuttuğunu da kimse bilmemelidir.
Nafile ibadetleriyle övünenler, bunların reklamını yapanlar, ben gece namazı kılıyorum diye davul çalanlar münafıktır, hamdır, yüzey Müslümanıdır.
Ben filan yahut falan tarikata mensubum diye reklam yapanlar da olgun Müslüman değildir.
Tarikat tacıyla, imameyle, hırkayla övünenler derviş değildir. Dervişlik tac ve hırkayla olmaz.
Gerçek bir şeyhe-mürşide intisab ederek tarikatli olan tebrike şayandır.
Tarikatlı olmayıp da tarikatçı olana yazıklar olsun.

lekale@hotmail.com

Müslüman Siyonistleri Savunmaz

Gündem
Tavsiye Et
Yazdır
Paylaş
Yorum Yaz
İslam dini terörü kabul etmez.
Müslümanların, din düşmanlarını dost ve velî edinmelerini kabul etmez.
Müslümanların kâfirlere benzemesini kabul etmez.
İslam dini, Allah katında tek hak din olduğu konusunda müşareket (ortaklık)kabul etmez.
Siyonist ideoloji Museviliğe bile zıt ve aykırıdır. İslam dini, Müslümanların Siyonistlerle ittifak ve işbirliği yapmalarını uygun görmez.
İslam'ı ve Müslümanları yeryüzünden kazımak isteyen aşırı ve militan Evangelistlerle işbirliği yapılmasına İslam izin vermez.
Cennet senin babanın çiftliği mi ki, açmışsın kapısını içine kefereyi dolduruyorsun?
Bir Müslüman, Hz. Muhammed'i inkâr ve tekzip eden, Kur'ânı inkar eden, İslam'ı hak din olarak kabul etmeyen inkarcıların ehl-i necat olduğunu iddia edemez. Ederse dinden çıkmış, irtidat etmiş olur.
Bir Müslüman, Filistin konusunda Siyonistleri haklı, Filistinlileri haksız göremez. Görürse İslam libasını çıkartmış olur.
Bir Müslüman Tevhid inancı ile Teslis inancını bir tutamaz. Tutarsa küfre sapmış olur.
Kur'ân "İbrahim Yehud ve Nasranî değildi, o hanif ve müslimdi" diyor. Hz.İbrahim aleyhisselam için o Yehud ve Nasranî idi diyenler, Kur'ânı inkar ettikleri için kafir olur.
Siyonizmin batıl bir ideoloji olduğunu bilmek ve söylemek için Müslüman olmak gerekmez. İnsaflı Yahudiler bile bunu kabul ediyor.
Zalim İsraili desteklemek mü'mine yakışmaz.
Filistin meselesinde kim haklıdır? Zalim İsrail mi, mağdur ve mazlum Filistinliler mi?
Dinini, imanını, vatanını savunanlar terörist değildir. Onlara terörist demek adalete, insafa, vicdana, hikmete aykırıdır.
Müslümanlara karşı zalimleri savunanlar, onlarla birlikte haşr olmaktan korksunlar.
*(İkinci yazı)

Bozuk ve Kötü Düzen
Devlet ve düzen birbirinden ayırt edilmedikçe müzmin krizi çözmek mümkün olmayacaktır.
Türkiye'de kötü olan, halkına zulm eden, ülkeyi sömürge gibi idare eden devlet değil, düzendir.
Devleti bir şişeye benzetin... Bu şişenin içine su konabilir, süt konabilir, şarap konabilir, idrar konabilir, zehir konabilir...Devlet şişedir, içine konulan sıvı düzendir.
Bizdeki düzen bozuk ve kötü bir düzendir.
Onun bozuk olduğunda dinci de, Marksist de ittifak ediyor.
Bu düzen nasıl bir düzendir.
1. Gerçek ve doğru Cumhuriyete en büyük kötülüğü ve hıyaneti yapıyor.
2. Gerçek demokrasiyi uygulamıyor.
3. Âdil bir hukukun üstünlüğü prensibini kabul etmiyor.
4. Resmî bir ideolojiyi din gibi benimsiyor.
5. Bu bozuk düzen siyaseti, eğitimi, iktisadî faaliyetleri kirletmiş ve dejenere etmiştir.
6. Bu düzen halk çoğunluğuna ikinci sınıf vatandaş olarak bakmakta ve onu ezmektedir.
7. Bu düzen egemen azınlık düzenidir.
8. Bu düzen ayakta kalabilmek için her on senede bir askerî darbe yaptırtmıştır.
9. Bütün medenî ülkelerin üniversitelerinde başörtüsü ile okumak mümkündür ama bizdeki düzen buna izin vermemektedir.
10.Bu düzen çoğunluğa mensup vatandaşları dinî inançlarından, fikirlerinden, tenkitlerinden, görüşlerinden dolayı mahkûm etmektedir.
11. Bu düzen orduyu, yargıyı, medyayı kendi emelleri ve saltanatı için kullanmaktadır.
12. Bu düzen ülkeye, halka, devlete zarar vermektedir.
13. Bu düzen halkı cahil bırakmıştır.
14. Bu düzen lisanımıza, tarihimize, sanatımıza, medeniyetimize, kimlik ve kültürümüze köstek olmaktadır.
15. Bu düzen ile ülkemizde sosyal adaletin sağlanması mümkün değildir.
16. Bu düzen halkın temel insan haklarını ihlâl etmektedir.
Devletimizi, ülkemizi, halkımızı, cumhuriyetimizi; bütün yasal, ahlâkî yolları ve imkanları deneyerek bu bozuk düzenin elinden kurtarmak gerekir.
Gerçek hürriyet istiyoruz.
Gerçek ve doğru Cumhuriyet istiyoruz.
Gerçek ve kısıtlamasız demokrasi istiyoruz.
Vesayet düzeni istemiyoruz...
Resmî ideoloji zincirlerinden kurtulmak istiyoruz.
İngiltere, Norveç, İsveç, Finlandiya ve diğer medenî ülkeler halkı gibi hür ve serbest olmak istiyoruz.
Kirli ve zalim düzen istemiyoruz... Düzenin gölgesinde kazanılmış 300 milyar dolarlık kara para birikimi istemiyoruz.
Şiddete yönelik olmayan inanç, düşünce, görüş ve tenkitlerimizden dolayı zulme, baskıya maruz kalmak istemiyoruz.
Çocuklarımızı resmî ideolojiye göre değil, millî kimlik ve kültürümüze göre yetiştirmek istiyoruz.
Âdil medenî kanun istiyoruz.
Âdil ceza kanunu istiyoruz.
İnançlarımıza uygun bir hayat sürmek istiyoruz.
Hırsızlık, talan, soygun, yolsuzluk; devlet ve belediye bütçelerinin hortumlanmasını istemiyoruz.
Kendi vatanımızda inanç ve fikirlerimiz yüzünden korku ve güvensizlik içinde yaşamak istemiyoruz.
Saçma sapan çağ dışı tabular istemiyoruz.
Adalet istiyoruz, bilgelik istiyoruz, ilim ve irfan nurları istiyoruz, ahlâk ve fazilet istiyoruz, temizlik ve şeffaflık istiyoruz, sosyal güvenlik istiyoruz.
Yalan dolan, aldatma, hile istemiyoruz.
Temizlik ve şeffaflık notu yüksek bir Türkiye istiyoruz.

lekalem düzgün


İsrailin Gözlerini Kan Bürümüş

 
Hani Yahudiler çok akıllı, zeki, kurnaz bir milletti... Tam tersine, son hadise hiç de akıllı ve bilge olmadıklarını açıkça gösterdi. Yaptıkları bir tür intihar, kendi kuyularını kazmak değil midir?
Filistinlilere gıda ve inşaat malzemesi götüren barış gemilerine saldırdılar ve vahşice kan döktüler.
Kan dökmeden de gemileri durdurabilirlerdi...
Gözlerini kan bürümüş.
Bütün Yahudileri kast etmiyorum. Gemilerde Siyonizme karşı olan Yahudiler de vardı.
Bütün dünya İsrail'i lanetliyor.
İsrail, böyle giderse üçüncü dünya savaşının patlamasına sebep olacaktır.
Peki Türkiye bu son durumda ne yapacaktır?..
Edebiyat yapacaktır: Bu bir korsanlıktır...Bu bir vahşettir... Bu karşılıksız kalamaz...
İsrail ile Türkiye arasında bundan önce de sürtüşmeler olmuştu, hele elçimize yapılan aşağılama ve hakaretten sonra ipler iyice gerilmişti ama o hadiseden sonra Yahudi devletinden çok pahalıya on adet insansız uçak satın almıştık. Onlar da bir işe yaramamıştı...
PKK'nın ipleri kimlerin elindedir? PKKkendi kendine oluşmuş bir Kürt hareketi midir sanıyorsunuz? İsrail kurulduğu 1948 tarihinden bu yana Kürtlerle "yakından" ilgilenmektedir. Türkiyenin Kürtlerin yaşadığı bölgesinde hayli Kürt Yahudisi vardı. Bunlardan bir kısmı İsraile göç ettiler ve hatta içlerinden biri bir ara Genelkurmay başkanı oldu. Türkiyede kalan Yahudiler de kimlik değiştirdiler, bir kısmı Alevî, bir kısmı Sünnî kökenli oldu.
Hatırlar mısınız, son on sene içinde büyük bir Türkiyeli İsrail'e gitmiş ve başında Yahudilerin kutsal şapkası "Kippa" olduğu halde Kudüs'teki Ağlama Duvarı önünde dua etmişti.
Hatırınızdan hiç çıkartmayın: Yirminci asırda iki Yahudi rejimi kurulmuştur.
Başhaham Hayim Nahum'un Lausanne Konferansının ikinci bölümünde oynadığı rolü biliyor musunuz?
Yıllarca yazıp durdum: Çok ciddî bir "Türkiye Yahudilerini ve Sabataycılarını Araştırma Enstitüsü" kurulsun...Çok iyi İbranîce bilen Müslümanlar yetiştirilsin ve yakın tarihimiz doğru ve dürüst şekilde incelensin.
Neturei Karta cemaati Yahudileri Türkiye'ye davet edilmeli, onlara bütün kolaylıklar gösterilmeli, kurslar açılmalı ve yeterli sayıda Müslümana mükemmel İbranîce, Yahudi teolojisi ve kültürü öğretilmelidir. Tabiî ki böyle bir şeyi devlet yapmamalıdır. Bunca sivil kuruluşumuz var, onlar yapmalıdır.
Bütün Yahudileri aynı kefeye koymak basitliğinden ve ucuzluğundan da artık kurtulmalıyız. Hem bizzat İsrail'de, hem de dünya üzerinde Siyonizme ve ırkçı devlete karşı olan Yahudi düşünürleri, filozofları, edipleri, tarihçileri, sanatkârları, bilgeleri vardır. Bunlarla da görüşmemiz, konuşmamız, işbirliği yapmamız gerekir.
Antisiyonist Yahudi düşünürlerinin başında İsrael Shamir gelir. Onun internet sitesine (On küsur lisandadır) en az haftada bir inceleyiniz. İyi İngilizce bilenler bu siteyi kesinlikle ihmal etmesinler.
Üçüncü dünya savaşı patlarsa gözlerini kan bürümüş Siyonistler önce Ortadoğuyu, sonra bütün dünyayı yeni bir taş devrine döndürecek çılgınlıklar yapmaktan çekinmezler.İnsanî yardım taşıyan gemideki mâsum ve silâhsız insanları vahşice katl edenler savaşta neler yapmaz...
Bakalım kriz nasıl gelişecek, hangi yönlere uzayacaktır? Peşin hükümler vermekten kaçınalım.
Türkiyenin ilk yapacağı iş saldırgan ve merhametsiz İsraille ticarî ilişkilerini daha aza, en aza indirmektir, hattâ sıfırlamaktır.Acaba Ankara iktidarı bu dediğimi yapabilir mi?
Bir ara yağlı ballı ücretlerle İsrail ile tank yenileme ve tamiri anlaşması imzalanmış, Siyonist devlete milyarlarca dolar ödenmişti. Tanklar (veya bir kısmı) hâlâ İsrailde midir?Eğer bir kısmı tamir edilip gönderilmişse tamirat işe yarar şekilde yapılmış mıdır?
Ne günlere kaldık... Dünyadan ve Türkiyeden Gazze halkına insanî yardım götüren barış gemisine saldırılıyor, kan dökülüyor, devletimizin itibarı kırılıyor...
Savaş mı ilan edelim? Ben öyle bir şey söylemedim...
Korsanlıktır, vahşettir edebiyatının yanına lütfen yeteri kadar enerjik ve etkili hareket koyalım.
Elçimizi çağıralım.
Onların elçisini memleketine gönderelim.
Öldürülen siviller için uluslararası mahkemelere ve kurumlara müracaat ederek tazminat ve kınama isteyelim.
Şu anda Siyonizm ve Yahudilik kılcal damarlarımıza, kanımıza, iliğimize kadar girmiş vaziyettedir.
Herkesin değil ama bazılarının protestoları halkın heyecanını yatıştırmaya yöneliktir.
Bakalım devletimiz bu krizde devletliğini gösterebilecek mi?
(Ölenlere rahmet diliyorum, yaralananlara âcil şifalar... Şehitlerin kederdîde ailelerine taziyetlerimi sunarım...)
*(İkinci yazı)

Asılanlara Rahmet, Zâlimlere Lanet!..

Adnan Menderes yaşamış olsaydı bugün 101 yaşında olacaktı. Bu kadar uzun yaşar mıydı? Yaşayabilirdi. Celal Bayar yüz yaşını geçmemişmiydi.
Menderes'i iki bakanıyla birlikte astılar. Halkın oylarıyla seçilmiş koskoca bir başbakanı astılar.
Suçu Anayasayı çiğnemekmiş...Darbeciler o Anayasayı ne yaptılar? Yürürlükten kaldırdılar, çöpe attılar.
27 Mayıs darbesi Türkiye'nin belini kırmıştır.
Ordu iç siyasete karışırsa işte böyle olur.
27 Mayıs 1960 olur.
12 Mart 1971 olur.
12 Eylül 1980 olur.
28 Şubat olur.
Bu darbeler yüzünden Türkiye kaç yıl kaybetmiştir dersiniz? Ben diyeyim 50 yıl, siz deyin 25 yıl.
Ülkemiz hem bunca yıl kaybetti, hem de siyaset, iktisat, kültür, eğitim işleri çamura yattı.
27 Mayıs ne demektir? Birkaç madde sayayım:
1. Yaşayan, zengin, edebî, medenî Türkçenin zincire vurulması; onun yerine uyduruk, öz, duru, sade suya tirit, tutuk, kopuk, sun'î (yapay), Agobî Türkçenin ikame edilmesidir.
2. Yavaş yavaş, ister istemez tasfiye edilecek olan resmî ideolojinin kazık gibi yerinde kalmasıdır.
3. Sivil millî iradenin yerine askerî vesayet ve kölelik rejiminin hakim olmasıdır.
4. İki büyük güç olan Din ile devletin birbirine düşman ve zıt olmasıdır.
5. İktisat, ticaret, maliye işlerimizin frenlenmesi, çıkmaza sokulması, Türkiye'nin geri bırakılması demektir.
6. Bozuk vesayet düzenini ayakta tutmak için halkın Türk Kürt,Sünnî Alevî, Dinci Lâik, Sağcı Solcu, ŞucuBucu diye birbirine düşman kamplara ayrılması, millî ve sosyal barış ve uzlaşmanın berhava edilmesi demektir.
Yeter, beni daha fazla saydırtmayın...
Peki, Adnan Menderes'in, Demokrat Parti iktidarının, komitacı ruhlu Celal Bayar'ın hiç mi kabahatleri yoktu? Olmaz olur mu? Hem de tonla yanlışları, kabahatleri, falsolu siyasetleri ve çarpık stratejileri olmuştur ama onlar halkın oyuyla iktidar olmuşlardı ve yine halkın oylarıyla iktidarı terk etmeleri gerekirdi.
Sen halkın seçtiği bir iktidarı silahla devir, uyduruk bir yüce divan kur, zalimane bir şekilde mahkum edip as. Neymiş efendim:
27 Mayıs devrimiymiş... Böyle devrim olmaz olsun!
27 Mayıs özgürlükmüş. Güleriz onların özgürlüğüne.
İktidar Anayasayı çiğnemişmiş de, falan filan. Siz bu halkı aptal ve sersem mi sanıyorsunuz.
Böyle yalanlara Sabataycılar bile inanmaz. İşlerine geldiği için inanır görünür.
Menderes yüce divanlık suçlar işlemiş...Bu da yalan ve hezeyan. Asıl onu devirenler, asanlar, ülkenin belini kıranlar yüce divanlıktır.
Yakın tarihimizde yüce divana verilmesi gereken iki şahsiyetten biri, 27 Mayıs kışkırtıcısı Millî Şef İsmet paşa hazretleridir.
Adnan Menderes'i devirenler, insanlıktan ve mürüvvetten o kadar uzak kişilerdi ki, sağlık muayenesi yapmak bahanesiyle merhumun bilmem neresine parmak sokmuşlardı!..
Ruh soyluluğuna sahip ahlâklı ve faziletli, adaletli ve insaflı muharip bir düşman bile yapmaz bu rezilliği.
27 Mayısın habîs ruhu ülkemizi, halkımızı, devletimizi gölgeliyor.
Maalesef 27 Mayısın en büyük kışkırtıcısı ve teşvikçisi CHP olmuştur.
Halk oyuyla, millî irade ile seçilmiş iktidarlar ne kadar uygunsuz ve beceriksiz olurlarsa olsunlar, sadece halk oyuyla devrilmelidir.
Türkiye Ortadoğunun Japonyası olabilirdi. Türkiye Güney Kore gibi olabilirdi. Lakin 50 yılda peşpeşe gelen askerî darbeler yüzünden olamadı.
Darbeler bitti mi? Ne bitmesi!..Bugünkü Ergenekon kavgaları nedir?
Allah, Adnan Menderes'in, Fatin Rüştü Zorlu'nun ve Hasan Polatkan'ın taksiratlarını affeylesin. Zalimlere lanet olsun.
 


 

Müslümanlar sessiz kalamaz
Batı medeniyetinin var olan sorunları derinleştirdiğini vurgulayan Kutan, "Hem küresel ölçekte hem ülkelerde bireyler yalnızlaştırıldı. Aile çözüldü. Toplumsal dayanışma yok oldu. İnsan soyunun devamı tehlikeye düştü" şeklinde konuştu. "Müslümanlar bunlara daha ne kadar sessiz kalabilir" diye soran Kutan, "Eğer ayağa kalkıp şahlanmaz, haykırmazsan bir gün bu düzen gelir seni de vurur. Mazlumlar ayağa kalkmadan zalimler diz çökmez." İfadelerini kullandı.

İnsanlık İslam'a muhtaç
Bütün dünya halklarını yeni bir dünya arayışa çağırdıklarını ifade eden Kutan şöyle konuştu: "Bunun böyle gidemeyeceği belli oldu. Biz Müslümanlar barışın hakim olduğu bir dünya istiyoruz. İnsanlık her zamankinden çok İslam'ın şefkatine muhtaçtır. Bu zulüm düzeni karşısında gün inananların birleşme günüdür. Fesada karşı inananlar birleşmeli zalimlere karşı birlikte hareket etmelidirler. Kendi medeniyetimizi yeniden inşa etme günüdür."

Erbakan: D-8'lerden 15 gün sonra ABD'den kripto geldi
Mİllİ Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan 54. TC Hükümeti Başbakanı iken D-8 Çalışmalarına başladığını hatırlatarak 15 Ekim 1996 günü Çırağan Sarayı'nda toplantı yapıldığını söyledi. 30 Ekim'de ABD Dışişleri Bakanı'nın ABD Ankara Büyükelçiliği'ne bir Kripto gönderdiğini vurguladı. Söz konusu kriptoda Erbakan hükümetinin Türkiye dış politikasını batıdan ayırıp İslam dünyasına yönlendirmesinden derin endişe duyduklarının yazılı olduğunu aktaran Erbakan, "Kriptoda, bu yapılanın ABD menfaatlerimize aykırı, düşmanca bir davranış olduğu, DYP'nin koalisyon ortağı olması ABD'lilerce gereksiz göründüğü yazıyordu. Görüyorsunuz ki ABD İslam dünyasının birleşmesini, hakkı önceleyen bir düzenin kurulmasını istemiyor. Bunun için de tüm gücüyle çalışıyor" dedi.

Minare kapı yapmalıyız
"İslam birliğini kurmak yetmez. O birliği Siyonizm'e karşı muhafaza etmek de büyük bir görevdir" ifadelerini kullanan Erbakan, "İslam dünyasının hali hazır durumu oldukça dağınıktır. Birçoğunun iç meselesi vardır. Birçoğunun yöneticisi işbirlikçidir" şeklinde konuştu.
Uluslararası güçlerin medya marifetiyle insanları kandırdığını söyleyen Erbakan, "Bütün dünyada Siyonizm'in kurduğu zulüm dünyasının mahkumları vaziyetteyiz. Siyonizm, ifsat propagandaları ile bütün insanlık ifsat ediliyor. İslam dünyası da bunun etkisi altında" şeklinde konuştu. "Bunlara karşı ne yapacağımızın açık bir şekilde oluşturmalı, inanmalı ve minare kapı yapmalıyız" ifadelerini kullanan Milli Görüş Lideri Erbakan, "Her toplantıya aynı şekilde başlıyoruz. Artık mesafe almak zorundayız. Liderler toplantısında planlı çalışa dönemine geçtik. Yeni bir dünyanın projesini hazırlamak, programı yapmak, koordineli bir şekilde adım adım gerçekleştirmek zorundayız" dedi.

"Ya zulüm göreceğiz ya da Milli Görüş'le Saadet dünyasına kavuşacağız"
"Ya zulüm göreceğiz ya da Milli Görüş'le Saadet dünyasına kavuşacağız" şeklinde konuşan Erbakan konuşmasını şu şekilde sürdürdü: "Yaptığımız bu toplantı Saadet dünyasına kavuşmak için yapılan bir organizasyondur. Kuvveti üstün tutan görüş yerine hakkı üstün tutan görüşü egemen kılma toplantısıdır. Doğrunun hak anlayışıyla yanlışın hak anlayışı farklıdır. Yanlış hak anlayışları insanlığı felakete sürükler. "Irkçı emperyalizmin 5 bin 760 yıllık bir tarihi olduğunu belirten Milli Görüş Lideri Erbakan, Kabala'ya göre Siyonizm'in amentüsünü şöyle açıkladı: "İsrail ırkların en üstünüdür. Dünyanın efendisi olmak için Yahudileri Filistin'de toplayacak ardından devlet kuracak ve Mescid-i Aksa yerine Süleyman Mabedi inşa edeceksin. Böylece ebedi dünya hakimiyeti senin olacak." Erbakan, Siyonizm'in bunlar için dünyayı kan ve gözyaşına boğduğunu belirtti.

Kendi BM'mizi kurmalıyız
Konuşmasında "Kendi BM'mizi kurmalıyız" diyen Erbakan "Siyonizm'in kurduğu BM'de figüran olmak zulme hizmet etmektir. Böyle yeni bir dünya kurulmaz. İslam dünyası hâlâ Siyonizm'in bu çalışmalarına ciddi bir refleks göstermedi. 300'ler meclisiyle Siyonizm bütün dünyayı yönetmektedir. Siyonizm timsahının üst çenesi ABD, altı çenesi AB'dir. Kuyruğu İsrail gövdesi ise ne yazık ki işbirlikçi Müslüman yöneticiler, basın mensupları ve iş adamlarıdır. Biz işte böyle bir dünyada yaşıyoruz ve bunların kölesi durumunda bulunuyoruz" şeklinde konuştu.

Kurtulmuş: Menderes ve arkadaşlarını andı
Türkiye Kongrenin protokol konuşmaları kısmında söz alan Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş, "27 Mayıs askeri darbesinin yıl dönümünde bu toplantıyı yapıyoruz. Bu toplantıda ayrıca uluslararası ve ulusal vesayetlerden nasıl kurtulacağız bunu açık şekilde ortaya koymalıyız. Adnan menderes ve arkadaşlarına rahmet, bir daha böyle bir felaketle hiçbir İslam ülkesinin karşılaşmamasını diliyorum ve TSK'nın da bundan sonra askeri vesayete karşı bir bildiri yayımlamasını zorunlu görüyorum" dedi. Bütün insanlığın yeni bir dünyanın kuruluşunu beklediğini ifade eden Kurtulmuş, "1990 sonrasında yeni bir küresel düzen kurulması çalışmaları başladı. Ama yeni bir düzen kurulamadı. 20 yıl geçmesine rağmen dünyayı yönettikleri sananlar ne iddia ettilerse tam tersi oldu" şeklinde konuştu.
Küresel güçlerin hızla silahlanma yarışına gittiklerini ifade eden Kurtulmuş ABD'nin 1,3 trilyon dolar saldırı bütçesi ortaya koyduğunun altını çizdi. Küresel güçlerin vatandaşlık hiyerarşisi kurduğunu söyleyen Kurtulmuş, "İnsanlar arasında ayrımcılık var. Firavun, Nemrut devrinde bile insanlar arasında bu kadar gelir dağlımı adaletsizliği, kaynak israfı yoktu. Aslında yeni bir düzen kurulamamıştır. Bu sebeple Müslüman dünyasının önünde tarihi fırsatlar durmaktadır" ifadelerini kullandı. Dünyada yaşanan krizlerin küresel etkileri olduğunu belirten Kurtulmuş, "Öyle görünüyor ki önümüzdeki dönem yeni krizlere gebe bir dönemdir. Bu bir iktisadi veya siyasal kriz değildir. Bir medeniyet krizidir. Dünyayı üç asırdır yöneten Batı, temel değerleri itibarıyla çökmektedir. Yeni bir paradigmayı insanların önüne koymak Müslüman dünyasının aydın ve siyasilerinin en temel görevlerinden biridir" dedi. Medeniyetlerin asıl gücünün "yumuşak güçleri" olduğunu söyleyen Kurtulmuş, "Sultan Fatih'in İstanbul'u fethetmeden önce Sur içindeki Hıristiyanların gönlünü fethetmişti. Bugün Batı dünyasının yumuşak gücü yıkılmaya başladı. 15 yıl önce New York cazibe merkezi iken bugün kimse bu değerlere itibar etmiyor, buradan barış çıkacağına ihtimal vermiyor" şeklinde konuştu.
Dünya sisteminin hem paradigmasıyla hem de kuruluşlarıyla iflas ettiğini belirten Kurtulmuş, "Bu dünyayı yönetenler bile bunun artık böyle gidemeyeceğini söylüyorlar. IMF, Dünya Bankası, NATO, neredeyse bütün kurumlar ya fonksiyonunu yitiriyor ya da yeni fonksiyon arıyorlar. Bu da bize adil bir dünyanın kurulabilmesi için mekanizme oluşturmaya fırsat sunuyor. İslam dünyası, bütün mağdurların sesi olacak bir mekanizmayı kurmak zorundadır" ifadelerini kullandı.

Bu fırsat ilelebet önümüzde durmaz
"İslam dünyasının önünde fırsat var ama bu fırsatlar bizim önümüzde sürekli olarak durmaz" diyen Saadet Lideri, İslam dünyasının acilen bu fırsatları kullanacak kararlılığı ortaya koyması gerektiğini vurguladı. "Biz tarihimizin her sayfasının hesabını vermeye hazırız ve tarihimizin her sayfasından şeref duyuyoruz" diyen Kurtulmuş "Eğer medeniyetlerin defterlerini açacaksak bütün medeniyetler kendi defterlerini milletlerin önüne açsınlar. Şarkın büyük komutanı Selahattin Eyyübi, Kudüs'ü fethedince bütün Kilise ve Havraları açmıştır. Ama yıllar sonra Filistin'e gelen İngiliz komutan Selahattin Eyyübi'nin mezarını tekmeleyip, "Haçlı Seferleri daha yeni başlıyor" demiştir. "Kim haktan, hukuktan, inanç özgürlüğünden yana bu çok açıktır" şeklinde konuştu.

İslam dünyasında siyasi irade zaafı var
Başbakan Erdoğan'ın Davos'ta gerçekleştirdiği "One Minute" çıkışının yüreğine su serptiğini söyleyen Kurtulmuş konuşmasını şu şekilde sürdürdü: "Bunun devamı olarak diplomatik adım atılmasını beklerdik. Ama Türkiye temsilcisi UAK'da İsrail'e karşı çekimser kaldı. Ardından Türkiye devleti İsrail'in OECD üyeliğini veto etmeyerek üye olmasını sağladı. Marifet otel lobisinde "one minute" demek değildir BM, OECD salonlarında "one minute" demektir. Siyasi irade zaafı İslam dünyası olarak en büyük zaaflarımızdan birisidir. Zaaflarımızı giderip küresel bir alternatif üretmeyi çalışırsak medeniyet inşasında önemli bir yol alırız. " Bu yıl 19.su gerçekleştirilen Dünya Müslüman Toplulukları Kongresi bugün ve Cumartesi günü de devam edecek. Davetliler Cumartesi günü toplu halde AGD'nin İnönü Stadyumu'nda düzenleyeceği İstanbul'un Fethi kutlamalarına katılacak.

İslam dünyası kuşatmayı kırmalı
Kongrenin protokol konuşmaları safhasında söz alan Sudan Eski Cumhurbaşkanı Abdurrahman Swar Seheb toplantıyı oldukça önemsediğini söyledi. İslam dünyasının yeniden ayağa kaldırılacağı reflekslerin ortaya konması gerektiğini söyleyen Seheb, "Bu toplantı da bunun öncüsü olacak" dedi. Mısır İhvan-ı Müslimin Meclis Grup Başkanı Saad Ketani, İslam dünyasının kültürel, ekonomik, askeri kuşatma altında olduğunu söyleyerek , "Bu durum acilen bir çözüme kavuşturulmalı" ifadelerini kullandı.  Pakistan Cemaat-i İslami Eski Genel Başkanı Gazi Hüseyin Ahmet ise "Müslümanların dünya siyasetindeki birliği diğer alanlara da sirayet edecektir. Bu toplantı bunun ayak seslerinden biridir" şeklinde konuştu. D-8 Direktörü Kia Tabatani de yaptığı konuşmada, İslam dünyasının maruz kaldığı kuşatmanın kaldırılmasının en önemli yapı taşlarından birinin D-8'ler olduğunu söyleyerek, "Küresel müdahaleler D-8'leri engelledi. Önüne taş konuldu. Yeniden etkin hale getirmeliyiz" dedi.

lekalem düzgün


İstanbul’un Fethi

İstanbul'un fetih hazırlıkları bir yıl önceden başlatıldı. Kuşatma için gerekli olan çok büyük toplar döktürüldü. 1452 yılında Boğaz'ın kontrolünü sağlamak için Rumeli hisarı inşa edildi. 16 kadırgadan oluşan güçlü bir donanma oluşturuldu. Asker sayısı iki kat arttırıldı. Bizansın yardım almasını engellemek için yardım yolları kontrol altına alındı. Ceneviz'lilerin elinde bulunan Galata'nın da savaş esnasında tarafsız kalması sağlandı. 2 Nisan 1453 tarihinde ilk Osmanlı öncü kuvvetleri İstanbul önlerinde görüldü. Böylece kuşatma başladı. Fetihin kronolojisi şu şekildedir :
6 Nisan 1453: Fatih Sultan Mehmed otağı Konstantinopolis önlerinde, St. Romanüs Kapısı Şimdiki Topkapı önüne kuruldu. Aynı gün şehir, Haliç'ten Marmara'ya kadar kuşatıldı.
6-7 Nisan 1453: İlk top atışları başladı. Edirnekapı yakınındaki surların bir kısmı yıkıldı.
9 Nisan 1453: Baltaoğlu Süleyman Bey Haliç'e girmek için ilk saldırıyı yaptı.
9-10 Nisan 1453: Boğazdaki surların bir bölümü ele geçti. Baltaoğlu Süleyman Bey Prens adalarını ele geçirdi.
11 Nisan 1453: Büyük surlar dövülmeye başlandı. Surlarda tahribat önemli boyutlara ulaştı.
12 Nisan 1453: Donanma Haliç'i koruyan gemilere saldırdı fakat Hristiyan gemilerinin üstün gelmesi Osmanlı ordusunda moral bozukluğuna yolaçtı. Fatih Sultan Mehmed'in emri üzerine havan topları ile Haliç'deki gemiler dövülmeye başlandı ve bir kadırga batırıldı.
18 Nisan 1453, Gece : Padişah, ilk büyük saldırı emrini verdi. Dört saat süren saldırı püskürtüldü.
20 Nisan 1453: Yardıma gelen erzak ve silah yüklü, üçü Papalığın, biri Bizans'ın dört savaş gemisiyle Osmanlı donaması arasında Yenikapı açıklarında bir deniz savaşı meydana geldi. Padişah bizzat kıyıya gelerek Baltaoğlu Süleyman Paşa'ya düşman gemilerini her ne pahasına olursa olsun batırmasını emretti. Fakat düşman gemileri engellenemedi. Bu durumdan istifade etmek isteyen İmparator bir barış önerisinde bulundu.
22 Nisan 1453: Sabahın erken saatlerinde Hristiyanlar, Fatih Sultan Mehmed'in inanılmaz azminin Haliç sırtlarında, karadaki gemileri hayret ve korkuyla gördüler. Öküzlerle çekilen 70 kadar gemi, yüzlerce gemi halatlarıyla dengeleniyor ve kızaklar üzerinde ilerliyordu. Öğleden sonra gemiler artık Haliç'e inmişlerdi. Türk donanmasının umulmadık biçimde Haliç'de görünmesi Bizans üzerinde büyük bir olumsuz tesir yaptı. Bu arada Bizans kuvvetlerinin bir kısmı Haliç surlarını savunmaya başladığı için, kara surlarının savunması zayıfladı.
28 Nisan 1453: Haliç'deki gemi yakma girişimi yoğun top ateşiyle engellendi. Ayvansaray ile Sütlüce arasına köprü kuruldu ve buradan Haliç surları da ateş altına alındı. Deniz boyu surlarında tamamı kuşatıldı. İmparator'a Ceneviz'liler aracılığıyla koşulsuz teslim önerisi iletildi. İmparator bu teklifi kabul etmedi .
7 Mayıs 1453: 30.000 kişilik bir kuvvetle Bayrampaşa deresi üzerindeki surlara yapılan 3 saatlik saldırı sonuca ulaşamadı.
12 Mayıs 1453: Tekfursarayı ile Edirnekapı arasında yapılan büyük saldırı püskürtüldü.
16 Mayıs 1453: Eğrikapı önüne kazılan lağımla Bizans'ın açtığı karşı lağım birleşti ve yeraltında şiddetli bir çarpışma oldu. Aynı gün Haliç'deki zincire yapılan saldırı da başarılı olamadı. Ertesi gün tekrar saldırıldı, yine sonuca ulaşılamadı.
18 Mayıs 1453: Hareketli, ağaçtan bir kule ile Topkapı yönünden saldırıya geçildi. Şiddetli çarpışmalar akşama kadar sürdü. Bizanslılar gece kuleyi yaktılar, doldurulan hendekleri boşalttılar.
25 Mayıs 1453: Fatih Sultan Mehmed, İmparator'a İsfendiyar Beyoğlu İsmail Bey'i elçi göndererek son kez teslim olma teklifinde bulundu. Bu teklife göre imparator bütün malları ve hazinesiyle istediği yere gidebilecek, halktan isteyenler de mallarını alıp gidebilecekler, kalanlar mal ve mülklerini koruyabileceklerdi. Bu teklif de reddedildi.
26 Mayıs 1453: Kuşatmanın kaldırılması, aksi durumda Macaristan'ın da Bizans lehine harekete geçmek zorunda kalacağı, ayrıca Batı devletlerinin gönderildiği büyük bir donanmanın yaklaşmakta olduğu gibi söylentilerin artması üzerine Fatih Sultan Mehmed Savaş Meclisini topladı. Bu toplantıda, baştan beri kuşatmaya karşı olan Çandarlı Halil Paşa ve taraftarları kuşatmanın kaldırılmasını savundular. Padişah ile birlikte lalası Zağanos Paşa, Hocası Akşemseddin, Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi zatlar buna şiddetle karşı çıktı. Saldırıya devam etme kararı alındı.
27 Mayıs 1453: Genel saldırı orduya duyuruldu.
28 Mayıs 1453: Ordu, gününü ertesi gün yapılacak saldırılara hazırlanmak ve dinlenmekle geçirildi. Orduda, tam bir sessizlik hakimdi. Fatih safları dolaşarak askeri yüreklendirdi. İstanbul'da ise bir dini ayin düzenlendi, İstanbul Ayasofya'da herkesi savunmaya davet etti. Bu tören Bizans'ın son töreni oldu.
29 Mayıs 1453: Birlikler hücum için savaş düzenine girdiler. Fatih Sultan Mehmed sabaha karşı savaş emrini verdi. Konstantinopolis cephesinde askerler savaş düzenini alırken halk kiliselere doluştu.
Osmanlı ordusu karadan ve denizden tekbirlerle ve davul sesleri ile son büyük saldırıya geçtiler. İlk saldırıyı hafif piyade kuvvetleri yaptı, ardından Anadolu askerleri saldırıya geçti. Surdaki gedikten içeriye giren 300 kadar Anadolu askeri şehit olunca, ardından Yeniçeriler saldırıya geçtiler yanlarına kadar gelen Fatih Sultan Mehmed'in yüreklendirmesiyle gögüs göğüse çarpışmalar başladı. Surlara ilk Türk Bayrağını diken Ulubatlı Hasan bu arada şehit oldu. Her yandan kente giren Türkler Bizans savunmasını tümüyle kırdılar. Beyaz bir at üzerinde ve muhteşem bir alayla Topkapı'dan şehre giren Fatih Sultan Mehmed, doğruca Ayasofya'ya gitti. Mabedi temizletti, tasvirler kapattı ve ilk Cuma namazını orada bütün gazilerin sevinç ve heyecanları içinde kıldı. Daha sonra Ayasofya' nın kıyamete kadar cami kalmasını yazılı vasiyyet ve vakf eyledi.

lekalem@hotmail.com 

One minute İsrail Tohumları!

Tarafıma e-mail ile gönderilmiş biraz aşağıdaki yazıyı dikkatle okumanızı ve lütfen gereğini yapmanızı çok rica ederim.
Türkiye ziraati (tarımı) çökertilmiştir.
Eskiden dünyanın altı tahıl deposundan biri olan ülkemiz şimdi halkının ekmeklik buğdayını dışarıdan getirtiyor.
Hayvancılığımız çökertilmiştir. Halkımızın ihtiyacına yetecek besi hayvanı yetiştiremediğimiz için dışarıdan, islâmî usullerle kesilmemiş murdar leş ithal ediyoruz.
Balıkçılığımızın durumu hiç parlak değil.
Meyve ve sebzelerde aşırı miktarda hormon ve kimyevî madde var. Yüz milyonlarca insanı doyurabilecek topraklarımız doğru dürüst ekilmiyor. Arazilerimiz bomboş, yeteri kadar ziraat yapılmıyor. Muazzam miktarda tarım toprağı yapılaşmaya açılmış, betonlaştırılmıştır.
Hayli bal üretiyoruz ama bunların büyük kısmı şekerli sahte ballar. Halkımıza BÜYÜK MİKTARDA ehlî domuz, yaban domuzu, eşek eti yediriliyor.
Beyaz francalalarda en az dört kimyevî madde var, bunlar halkın sağlığını dinamitliyor.
Halkın yarısı hasta.
Kanser korkunç bir hızla yayılıyor.
Gıda maddelerine ve meşrubata 300 kadar kimyevî aroma, koruyucu, renklendirici madde katılıyor.
Artık eski domatesler yok.
Eski meyveler sebzeler yok.
Maydanozlar bile bir acayipleşti.
Nerede eski tavukların tadı, nerede yeni besi tavukları.
Piyasayı genleriyle oynanmış Frankeştayn meyve ve sebzeler istilâ etti.
Yerli ve millî tohumu olmayan meyve ve sebzeler.
Bunlar bize İsrail'den geliyor. Büyük miktarda paramızı alıyor ve karşılığında bize ölüm ve hastalık satıyorlar.
Türkiye halkı sinsi bir soykırım karşısındadır.
Bunlara kim one minute diyecek?
30 Tarım fakültemiz niçin kendi sebzelerimizin ve meyvelerimizin tohumlarını araştırıp, geliştirip, üretip satmıyor?
Bu konuda niçin İsrail'e bağımlıyız?
Artık yeter demenin zamanı geldi ve geçti...
Evet çok rica ediyorum aşağıdaki yazıyı dikkatle okuyunuz.
Okuduktan sonra en az on kişiye durumu anlatınız.
Teşekkürler...
İşte o yazı:

SOS İsrail Tohumları!
Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı'mızda
115 bin kişi çalışıyor.
70 tane üniversitemiz,
30 tane ziraat fakültemiz,
50 tane tarım araştırma enstitümüz,
10 bin İŞSİZ ziraat mühendisimiz var.
Buna rağmen Türkiye tohumda tamamen dışa bağımlı. Ve tek kelimeyle tohumun patronu İsrail.
İsrailli araştırmacıların genleriyle oynayarak, gül veya limon kokulu domates yetiştirdiğini Şalom Gazetesi'nin internet sayfasından biraz araştırıp okuyabilirsiniz. İstediğiniz şekle sahip domatesleri bile bulabilirsiniz; çekirdeksiz, kalp şeklinde, salatalık şeklinde, dilimli...
Yani genlerle oynama meselesi yüzde yüz doğru.
Gelelim başka doğrulara:
Bu tohumların bir ekimlik olduğunu bilmeyen yok.
Yani İsrail'den bir defa tohum almakla kurtulamıyorsunuz.
Bir gram tohumun fiyatı her dönemde neredeyse bir gram altına denk oldu.
Üstelik İsrail tohumunu toprağa bir ektiniz mi artık isteseniz de yerli tohuma dönemiyorsunuz.
Genetik tohum o toprağa da zarar veriyor. Artık hep bu genetik tohumu kullanmak zorundasınız. 50-70 yıl sonra ise toprak kanserojen maddelerle dolduğu için artık tamamen kullanılmaz hale geliyor.
Buna en güzel örnek:
Türkiye'nin patates deposu olan Niğde ve Nevşehir bölgelerinde yetiştirilen patateslerde kanserojen maddeye rastlandığı için artık patates ekimine izin verilmemesidir.
Yani İsrail tohumu tek başına satmıyor. Tohum alana hastalığı bedava veriyor!..
Tohumların içine hastalık yerleştiren İsrail bu sayede ziraî ilaç satımını da garanti altına almış oluyor.
Bütün bu acı tabloya rağmen Türkiye'de yabancıların menfaatine çalışan bir patent sistemi işletiliyor.
Ne korkunç!
Köylü kendi bahçesinde tohum bırakamayacak.
Yoksa uluslararası mahkemede yargılanacak!
Şu anda dünyada İsrail tohumu kullanma yasası çıkartan ilk ülke işgal altındaki Irak'tır.
İkincisi de biz olacağız.
EY VATANDAŞ AKLINI BAŞINA DEVŞİR!..
SOR SORUŞTUR, GAFİL OLMA!..
Bu yazıyı okursan, ister paylaş ister paylaşma umurumda değil ama bilip de susmak ortak olmaktır bunu bari hatırla...
(Yazıyı gönderen Sezgin bey dostuma ve kaleme alan Güliz hanıma teşekkürlerimi sunarım.)
* (İkinci yazı)

Yatak Odalarına Kamera Yerleştirenler
Medenî bir devlet elbette yabancı devletlerin casuslarını takip edebilir, araştırabilir, istihbarat yapabilir.
Yine, teröristleri, şiddet eylemleri hazırlayanları tecessüs edebilir.
Organize suç örgütlerini,
Uyuşturucu mafyalarını,
Fuhuş tacirlerini takip edebilir.
Bunlar aleyhinde delil toplayabilir.
Hakim kararı olması şartıyla telefonları dinleyebilir.
Lakin devlet muhalif partileri tecessüs edemez.
Muhaliflerin evlerine, yatak odalarına gizli kamera ve mikrofon yerleştiremez.
BÜTÜN telefonları dinleyemez,
BÜTÜN bilgisayarlara giremez,
Böyle işleri, devletin dışındaki paralel/derin devletler de yapamaz.
Devlet, vatandaşların özel hayatlarına karışamaz.
Devlet, vatandaşların gizli ayıplarını araştıramaz, fâş edemez.
Evlere, işyerlerine, parti merkezlerine, derneklerin idare binalarına gizlice girip, oralara gizli kameralar ve mikrofonlar yerleştirmek hukuka, ahlâka, kanuna aykırıdır.
Bu maksatla devletin ve halkın bütçelerinden büyük para harcayanlar suçludur ve ahlâksızdır.
Bu gibi metotlar hukuk devletine yakışmaz.
Bunlar makyavelist metotlardır.
Sultan Abdülhamid zamanında jurnalcilik vardı ama Hilafet-i islâmiyeye ve Saltanat-ı seniyyeye karşı olan kişileri ve grupları tesirsiz hale getirmek, onların muzır faaliyetlerini önlemek, fitne ve fesada sed çekmek için yapılmıyordu.
Sultan Abdülhamid zamanında insanların özel hayatlarına, belden aşağısına karışılmamıştır.
Hiçbir muhalefet lideri, yatak odasına konulan gizli kamera yüzünden istifaya mecbur kılınmamalıdır.
Bu metot yaygınlaşırsa kirlilik ve pislik artar.
Cenâb-ı Hakk'ın güzel isimlerinden biri Settarü'l-uyub'tur, ayıpları örtendir.
Müslümanların da birbirlerine karşı settar olmaları gerekir. Yani mü'min mü'minin gizli ayıplarını araştırmaz. Öğrenirse bunları yaymaz, aksine gizler.
İslâm ahlâkı böyle yapılmasını emr ediyor.
İnsanların gizli ayıpları ve günahları onların kazuratı gibidir. Hiçbir temiz, faziletli, ahlâklı Müslüman kazuratları karıştırmaz. Karıştırırsa lağım faresi olur.
Müslümanlar âşikâre, cehrî, açık günahlara, fısk ve fücura karşı çıkarlar.
Bir örnek vereyim:
Adam veya kadın evinde çırılçıplak geziyor. Bunu araştırmaya ve buna karışmaya hakkımız yoktur.
Adam veya karı sokakta, plajda, umuma açık yerlerde çıplak geziyor. Bu bir açık fısktır, bunu tenkit ederiz, bu konuda emr bi'l-mâruf ve nehy 'ani'l-münker yaparız. Nasıl yaparız? Kendi heva ve re'yimize göre değil, fıkıh ve Şeriatin öngördüğü şekilde.
Son hadiseye gelelim:
Koskoca muhalefet liderinin yatak odasına kimler, nasıl girmişler ve gizli kamera yerleştirmişlerdir?
Böyle bir şey amatörlerin, sıradan hırsızların, küçük şerirlerin yapacağı, yapabileceği şeyler değildir.
Bu iş büyük uzmanlık, büyük maharet ister.
Kim yaptıysa çok kötü bir iş yapmış, çok kötü bir çığır açmıştır.
Bunu yapanlar ileride kendileri rezil ü rüsvay olacaktır.

lekalem@hotmail.com

Kur'ân Ahlâkı

AHLÂKIN ana kaynağı dindir. İslâm'ın kendi ahlâk sistemi vardır. Bu sistem ilahîdir, tartışılmaz, iman ve tasdik edilir.
Zina İslâm'a göre hem ahlâksızlıktır, hem suçtur. Müslüman bu kesin hükmü tartışamaz. Bunu tersine fikir, re'y ve beyanda bulunamaz.
Riba da hem ahlâksızlık, hem suçtur. Böyle olduğu kesin şekilde bilinecek ve buna inanılacaktır.
Adam veya kadın dıştan dindar görünüyor ama İslâm ahlâkının kesin ve zarurî hükümlerini hayatına uygulamıyor, bir yığın ahlâksızlık sergiliyor, haram yiyor, kul hakkını gasb ediyor, nice günahları açıkça ve küstahça işliyor. O kişinin durumu şu iki halden biridir:
-Günahkâr, fâsık, fâcir ve kötü bir Müslümandır.
-Münafıktır.
Her hal ü kârda böyle bir kişi iyi, sâlih, doğru, kamil, vasıflı bir Müslüman değildir.
Kur'ân bir ahlâk kitabıdır. Adam ben Kur'âna inandım diyor, Kur'ân okuyor ama Kur'ân ahlâkı ile ahlâklı değil. Bu, çok büyük bir tezat değil midir?
Kur'ân doğruluğu ve dürüstlüğü emr ediyor.
Kur'ân, Allaha olan bütün iş ve muamelelerimizde ihlâsı emr ediyor.
Kur'ân, lüks, israf ve sefahatten kaçınmamızı istiyor.
Kur'ân gıybet etmememizi istiyor.
Kur'ân Peygambere iman ve itaat etmemizi istiyor.
Kur'ân, namaz kılan ve emr-i mâruf ve nehy-i münker yapan bir Ümmet olmamızı istiyor.
Kur'ân parçalanıp bölünmemizi, birbirimizle çekişmemizi istemiyor.
Kur'ân Allahın bize vermiş olduğu nimetleri paylaşmamızı istiyor.
Kur'ân din büyüklerini erbab (rabler) haline getirmememizi, putlaştırmamamızı istiyor.
Müslüman, bir insan olarak günahsız olamaz. Lakin günahları:
-Devamlı olarak.
-Âşikâre (açık) olarak.
-Küstahça.
-Fütursuzca.
-Allah'tan korkmadan, kullardan utanmadan... işlemez.
Hem "Ben Müslümanım, Kur'âna iman ettim..." diyecek ve hem de haram yiyecek, haram servet edinecek...Böyle Müslümanlık olmaz.
Kur'ân ahlâkı sadece Kur'ân tercümesi, Kur'ân meâli, Kur'ân tefsiri okumakla öğrenilebilir mi?.. Bu metot yeterli ve etkili olmaz.
1400 küsur yıldan beri din imamları, rabbanî âlimler ve fakihler, kâmil mürşidler Ümmet için çok değerli ahlâk kitapları yazmışlardır. Kur'ânın ahlâk hükümlerini Sünnetin ve hikmetin ışığında yorumlamışlar, konulara ve bahislere ayırmışlardır. Müslümanların Kur'ân ahlâkını öğrenmek için bu kitapları okumaları gerekir.
Bu kitaplardan biri Hüccetülislâm ve Zeynüddin İmamı Gazalî hazretlerinin İhyâuUlumi'd-Din adlı büyük eseridir.
Müslüman bu kitabı aldı, kütüphanesine koydu ama okumuyor... Faydası olmaz.
Okudu ama iyice anlayıp öğrenemedi. Faydası olmaz.
Anlayıp öğrendi ama bu bilgileri hayatına uygulamıyor. Faydası olmaz.
Okuyacak, anlayacak, öğrenecek ve hayatına tatbik edecek ki, faydalansın.
Faydalı ve hikmetli din kitaplarını alıp da yaldızlı ciltleri kütüphanesine dizenler, lakin onları okumayanlar kitap taşıyan cahil hammallar gibidir.
Kur'ân sadece okunmak için değil, kendisine uyulmak için indirilmiştir.
Cahillere, mukallidlere Kur'ân hükümlerini, Kur'ân öğütlerini, Kur'ânî uyarıları; ehliyetli ve icazetli âlimlerin, fakihlerin, vaizlerin, rehber ve mürşidlerin ders vererek anlatması ve okutması gerekir.
Bir genç evinde hukuk kitapları okuyarak hukukçu olabilir mi?
Tıp kitapları okuyarak tabib olabilir mi?
Uçakla ilgili kitapları okuyarak uçak mühendisi olabilir mi?
Olamaz olamaz olamaz!..
Mutlaka bu ilimleri veya fenleri bir üniversitede üstadlardan, uzmanlardan öğrenmesi, sonunda imtihan verip diploma alması gerekir.
İslâm ahlâkı kendi kendine kitap okuyarak öğrenilmez. İslâm dinî rehberler vasıtasıyla öğrenilir. Bu rehberler kimlerdir?
-Ehliyetli ve icazetli 'âlim ve rabbanî âlimler.
-Yine böyle olan fakihler.
-Kâmil mürşidler.
Bazı Müslüman kardeşlerimiz, yukarıda anlattığım metoda karşı çıkıyor, hocalar aradan çıksın, herkes meâl, tercüme ve tefsir okuyarak İslâm'ı ve Kur'ânı doğrudan doğruya öğrensin diyorlar. Bunların bazısı fıkhı ve mezhepleri bile inkâr ediyor.
Böyle söyleyen ve yazan kardeşlerimiz hatâ ediyor.
Onların bazısı Vehhabî, bazısı Fazlurrahmancı (Tarihsellik mezhebi), bazısı Reformcu, bazısı şu veya bu bid'at mezhebi mensubudur.
Onlarınki doğru metot değildir.
İslâm, iman, Kur'ân ve Şeriat bir ucu Resullerin Seyyidine (Salat ve selâm olsun ona) ulaşan gerçek icazetlere (diplomalara) sahip sâlih âlimlerden ve kamil mürşidlerden öğrenilir.
Şu kişiler gerek din âlimi değildir:
-Fâsık veya fâcir-i mütecahir.
-Haram yiyen.
-Lüks, israf, sefahat, tebzir sergileyen.
-Dinde reform, yenilik, değişiklik yapılmalıdır diyen.
-Kur'ân ve Sünnetteki ayet, hadîs ve hükümlerin büyük bir kısmı bugün geçerli değildir, onlar tarihseldir diyen.
-Hazret-i Muhammedi inkâr, red ve tekzip eden bâtıl dinlerin mensupları da Cennetliktir, onlar da ehl-i necattır diyen.
-Beş vakit farz namazları kılmayan.
-Allah'ın ayetlerini ucuz pahalı satan.
-Din istismarı (sömürüsü) yapan.
-Müslümanların zekatlarını Kur'âna, Sünnete, Şeriata, fıkha aykırı olarak toplayan ve sarf eden.
Müslümanlar hangi din büyüklerine kulak vermeli, onların eserlerini ve menkabelerini okumalı, onların yolundan gitmeli, onları rehber ve mürşid olarak kabul etmelidir?
1. Selef-i Sâlihîn, yani ilk üç kuşak. Ashab, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn.
2. Eimme-i din (Müctehid imamlar, dört mezheb sahibi ve diğer mutlak müctehidler.)
3. Ehl-i Beyt-i Mustafa. İtikadında bozukluk olan, namaz kılmayan, aşikâre fısk ve fücur işleyen, ahlâkı bozuk kimseler Ehl-i Beytten değildir. Gerçek Seyyidler ve Şerifler bu Ümmet-i beyzanın baş taçlarıdır.
4. Her asırda gelmiş müceddidler.
5. Allahın gerçek velileri: Abdülkadir Geylanî, Ahmed er-Rufaî, İmamı Rabbanî, Şah Muhammed Bahaüddin Nakşbend, İmamı Gazalî, İmamı Şa'ranî, Mevlânâ Celalüddin Rûmî, Hacı Bayram Velî, Şaban-ı Velî, Nurüddin Cerrahî, Selahaddin Uşşakî, Bursalı İsmail Hakkı, Erzurumlu İbrahim Hakkı ve diğerleri. Kaddesallahü esrarehüm...
Cenâb-ı Hak cümlemizi:
-Sahih itikatlı, hakkıyla iman etmiş,
-Kur'ân ahlâkıyla ahlâklı,
-Peygambere iman, itaat ve biat etmiş, onun ahlâkı ile ahlâklanmış,
-Muhlis,
-Müstakıym (doğru ve dürüst),
-Mürüvvetli,
-Fütüvvetli,
-Nefs-i emmaresini en büyük düşman bilen.
-Nefsiyle ve küffarla cihad eden.
-Namazı dosdoğru kılan.
-Ümmet şuuruna sahip.
-Emr-i mâruf ve nehy-i münker yapan.
-Başta gıybet ve nemime olmak üzere lisan afetlerinden kaçınan.
-Haram yemeyen.
-Azmayan.
-Merhametli.
-Hikmetli.
-Mütevazı ve kanaatli.
-Paylaşma (infak) ahlâkına sahip...
Kullarından eylesin. Kur'ân Kur'ân deyip de Kur'âna zıt bir hayat süren gafillerden eylemesin.
Âmin.

lekalem@hotmail.com

Partiler, halk ve İŞSİZLİK

Meclis'teki partilerimiz kendi dertleriyle meşgul, halkımızın dertlerini unuttular. AKP 'beni kapatacaklar' diye anayasa maddelerini değiştirmekle meşgul. Ana muhalefet partisi CHP de ona karşı gelmekle uğraşıyorken; 'skandal' veya 'komplo' patlayıverdi; o da 'yeni başkan-eski başkan' derken, kendi dertleriyle baş başa. Partilerimizin anlamadıkları nedir? AKP kanun değiştirmekle kapanmaktan kurtulacağını sanıyor. Oysa, Türkiye'de nice partiler kapatıldı, hiçbirisi hukuki sebeplerle kapatılmadı ki; kapatılmak için olmadık uyduruk sebepler bulundu! Bu arada hatırlatalım; bizim hakimlerin hukuktan anladıkları yok ama hukuku istedikleri gibi yorumlama/uydurma hususunda onları dünyada geçen bulunmaz!
Gelelim bugün ele alacağım, bugüne kadar halledilmeyen asıl meselemize, halkımızın kahir ekseriyetinin ana meselesine. Nedir o mesele? İŞ-SİZ-LİK!
Biz bu İŞSİZLİK MESELESİNİN ÇÖZÜMÜ hakkında bugüne kadar nice yazılar yazdık ama... AK Parti her nedense bugüne kadar ilgilenmeye bile tenezzül etmedi, etmiyor!.. Muhalefetteki diğerleri, yani CHP ve MHP de ayrı dünyalarda!.. Ne yapıyorlar; Meclis'te itişip kakışıyorlar!.. Halkımıza hep zaman kaybettiriyorlar!..
Biz sekiz seneden beri bu köşede ve başka yerlerde AK Parti'ye; 'Gelin, size halkımızın en önemli sorunu olan işsizlik meselesini anlatalım, nasıl çözüleceğini tartışalım' dedik... Geçmişte boşa geçen sekiz yıl boyunca ilgilenmediler!.. Şimdi de, 'biz bazı anayasa maddelerini değiştireceğiz, partimizi kapanmaktan kurtaracağız' diyorlar!..
Adında 'adalet ve kalkınma' kavramları olan iktidar partisi anayasa çoğunluğunu elinde bulundurduğu nice yılları heder ettikten sonra, şimdilerde kendi kapanma/ma derdine düşmüş; geçmişte olduğu gibi günümüzde de milyonlarca insanın açlığından, yokluğundan, fukaralığından, işsizliğinden haberi yokmuşçasına ilgisiz!
Adında 'halk' kelimesi olan ana muhalefet partisi CHP ise daima rejimi koruma derdinde, halkın 'işsizlik ve istihdam' başta olmak üzere ana dertlerine o da ilgisiz!
Ey iktidar partisi! Sen önce işsizlik ve istihdam meselesini çöz. Sonra yüz defa kapansan da, yüz birinci defa yine açılır, yine yeni parti olur ve yine sen iktidar olursun.
Anlaşılan o ki, AKP veya CHP'nin 'İŞSİZLİK VE İSTİHDAM MESELESİ' başta olmak üzere, halkımızın ana sorunlarını çözüme kavuşturacağı yok.
Onlar kendi dertleriyle meşgul, onlar kendi dertleriyle baş başa!..

O halde iş başa kaldı; gelin kendi derdimizi 'halk' olarak kendimiz çözelim.
İddia ediyor ve diyoruz ki: Türk halkı "İŞSİZLİK MESELESİ"ni kendi arasında konuşmaya başlasa, bu önemli sorunu mutlaka kendi kendine de çözer...
O zaman halkın ana sorunlarına ilgisiz bu partiler de adam olur...
Ama çözüm olmasın diye dışa bağımlı basın/medya halkı oyalamakta, gereksiz sorunlar çıkarmakta... Meclis'teki partilerimiz ise bir taraftan birbirleriyle, diğer taraftan kendi içlerindeki fitne fücur, skandal ve komplolarla boğuşmakta; halkın sorunlarına ayıracakları vakitleri yok!.. Adalet yani yargı bürokrasisi ise âlemlere ibret...

BAHADDİN (Yıldız) Kardeşim! İZMİR'deki ilk gençlik yıllarımızda, sen dahil bizler sayılı birkaç kişiydik ve hep ümitlerimiz vardı, cihadımız vardı... Mücadelemize başladık, İzmir dışına taşırdık, Türkiye'ye yaydık; Afganistan'a, Bosna'ya, Kosova'ya, Balkanlar'a, dünyanın daha başka yerlerine götürdük ve bugünlere kadar sürdürdük... Çok sevdiğin AFGANİSTAN'dasın ya; az da olsa, İSTANBUL'da tekrar buluşma ümidim var ama... Buluşamazsak, bundan sonrası âhirette inşaallah... İNNÂ LİLLÂHİ VE İNNÂ İLEYHİ RACİÛN... SANA ve cihat arkadaşın FARUK AKTAŞ'a şehadet ve rahmet; ailelerine ve çocuklarına başta olmak üzere bizlere sabır ve metanet...

lekalem@hotmail.com

Bu CHP iflah olur mu?

Yazı başlığımız neden "Bu CHP iflah olur mu?" Cevabını da hemen verelim: Tutarsızlıklar böyle devam ettiği sürece kesinkes iflah olmaz!
Ne partililerin bir dedikleri diğerini tutuyor ne de yöneticilerin bir dedikleri diğeri tutuyor!
Dün öyle, bugün böyle!
"Dün dündür, bugün bugün" söyleminde Demirel'i sollamış durumdalar!
Malum olay patlak verdikten sonra Genel Başkanlıktan istifa eden Deniz Baykal bir yandan "Hadi bana eyvallah" havasını estirirken bir yandan da "Nerede kalmıştık?" diye sorma hazırlığına girmedi mi?
Hep "İstemem ama yan cebime koy" edasıyla konuşmadı mı?
İnsanlar "Madem tekrar gelmeyi planlıyordun niye gittin?" diye sorma ihtiyacını duymadılar mı?
Ya da "Aday olmayacağım" deyip de sonunda "adaylığını" açıklayanlara ne demeli?
Yani Kılıçdaroğlu'na ne demeli?
Giden giderken gitme yanlısı değil!
Gelmeye çalışan gelmeme iddiasında samimi değil!
Ne giden samimi, ne gelmek isteyen samimi!
Peki ya partililer, onlardan yöneticilerden çok mu farklı?
Daha düne kadar Baykal'a "n'olur dön" diye yalvaranlar bir de baktık ki yeni adayın kapısında kuyruk olmuşlar!
Yöneticisi ile partilisi ile hepsi aynı yolun yolcusu!
Topyekün bir samimiyetsizlik söz konusu!
Dün Kılıçdaroğlu'nun genel başkanlığa aday olmasına mensup olduğu mezhep yüzünden karşı çıkanlar bugün sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlarsa bunun adı ne olur?
Sahi, bir başka partide genel başkan adayı mensup olduğu mezhep yüzünden kara listeye alınmış olsaydı CHP'liler ne yapardı?
Mangalda kül bırakmaz ve ağızlarını geleni sayıp dökerlerdi değil mi?
Şimdi ise gelecek endişesine düşmüş durumdalar ve kimi güçlü görürlerse o yana doğru koşuşturup duruyorlar!
Kurultaya kadar bakalım daha nelere tanık olacağız nelere!
CHP'deki bu çalkantı kurultaydan sonra da biteceğe benzemiyor!
Bir kere Baykal faktörü hala faal iken çalkantı durur mu?
CHP'liler hangi kararı alırlarsa alsınlar mutlaka karşı çıkacak ve yeni arayış içine girenler bulunacaktır!
Daha şimdiden birbirlerini ihanetle, arkadan hançerlemekle suçlamaya başlardılar bile!
Her biri diğerini şeytanın ortağı olarak görüyor!
Yani herkes kendi hesabına uyan, kendi işine gelen isimlerle yola devam etmek istiyor!
Bu çalkantıyı, bu hesaplaşmayı bir Kurultay ile aşmaları mümkün değil!
Asıl cıngar şüphesiz Kurultay sonrası çıkacaktır! Ve daha ortaya neler dökülecek neler!

lekalem@hotmail.com

Sinema Meclisi 

Sürekli yazıyoruz, çiziyoruz. Özellikle son dönemde popüler kültüre, reyting ve gişe başarısına endekslenen Türk sineması, kalıcı, tarihe iz bırakan, yarını ele alan yapımlar yerine sabun köpüğü filmlerle insanlarımızın karşısına çıkmaya başladı. Sinemayla ilgilenen bir avuç yapımcı, senarist ve oyuncu, gişe başarısı garanti yapımlara yöneldikleri için, sinemanın kendisine ait değerlerini ortaya koyan filmler bir türlü üretilemiyor. İşin tuhaf boyutu, sinemanın içine düştüğü bu açmaz ve kısır döngü konusunda, sinemayla ilgilenen insanlar da fazlaca söz söylemiyorlar, kendilerini eleştirmiyorlar. Bu özeleştirisizlik, kalitesizliği besliyor, yaşanan kısırdöngü bir kirli sarmala dönüşüyor. Uzunca süredir televizyon ekranlarında "Neden doğru dürüst bir sinema programı yok?" diye düşünüyorduk. Zira, sinemayla ilgili varolan programların tamamı, popüler kültürün getirdiği kirli sarmal etrafında dönüp dolaşıyor. Sinemanın kendisine ait sorunları yok mu? Türk sineması bulunduğu nokta itibariyle doğru yerde mi? Türk sinemasını içinde bulunduğu açmazdan kurtarabilmenin metodları nelerdir?
Birkaç haftadır Cine5 ekranlarında özlediğimiz, beklediğimiz türden bir sinema programı ekrana gelmeye başladı. Kadim dostumuz Ali Murat Güven'in hazırladığı sinema programı Sinema Meclisi, sinema ve televizyon üzerinden hayatın konuşulduğu kaliteli tartışma programı konseptiyle ekranlara geliyor. Ali Murat Güven'i bulunduğu her yerle yakından izliyoruz. Özellikle Yenişafak gazetesindeki, sinemanın gerçek sorunlarını ele alan sinema yazılarını keyifle, beğeniyle okuyoruz.
Sinema Meclisi'nde bu hafta, sinema filmleri ve televizyon dizileriyle yaygınlaştırılıp toplumsal algı açısından gitgide "olağan" bir davranış biçimine dönüştürülen "evlilikte sadâkatsizlik" olgusu mercek altına alındı.
Programın stüdyo konukları ise sinema yönetmeni, senarist ve oyuncu Sırrı Süreyya Önder; Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi-sosyal psikolog Prof. Dr. Çiğdem Kâğıtçıbaşı; TRT Çocuk ve Gençlik Programları Bölümü eski müdürü ve aynı zamanda 1975 tarihli özgün "Aşk-ı Memnu" dizisinin de yapımcısı olan Dr. Tekin Özertem; ilâhiyatçı Ali Rıza Demircan; TV dizileri yönetmeni ve senarist Erem Şentürk... Programın hemen başında Ali Murat Güven, özellikle geçtiğimiz günlerde gündeme bomba gibi düşen CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal ile ilgili kasetin oluşturduğu etkileri ve tartışmaları ortaya koyarak, tartışmaya farklı bir perspektif açtı. Diğer yandan, "evlilikte sadakatsizliğin" sembol dizisi olan Aşk-ı Memnu'nun başrol oyuncusu Selçuk Yöntem'in bir televizyon kanalına verdiği mülakat ekranlara getirildi.  Sinema Meclisi'nin konukları, "Evlilikte Sadakatsizlik, Evlilikte İhanet" konusunun, sinemanın en fazla kullanılan materyallerinden olduğunu belirterek, bunun dozajında kullanılması gerektiği, doğru mesajlar verilmesi gerektiği üzerinde birleştiler.
Öncelikle, böyle bir konuyu hiçbir art niyet olmadan gündeme getirdiği için Ali Murat Güven'e teşekkür etmeliyiz. Zira, son dönemde gayri meşru ilişkileri içselleştiren, ahlaksızlığı sıradanlaştıran, kimin eli kimin cebinde belli olmayan hayatları renkli bir kılıfla gözümüzün içine sokuşturan bu tür yapımlar ve konular sebebiyle, toplumsal ahlak kavramı rencide edilmiştir. Bu bir kültür meselesi değildir.... Bu bir ahlak meselesidir.... Ahlak, bu toplumun çimentosudur... Ahlak bu toplumun temel direğidir.... Bu direği yıkmaya yönelik ya da bu direği sarsmaya yönelik her eylem, toplumun çöküşünün temel sebebi olur.
Sinemada veya dizilerde, "ihaneti" ortaya koyarken, üsluba çok dikkat etmek gerekiyor. Eğer bugünkü Aşk-ı Memnu'daki gibi, ihaneti allayıp pullayarak ortaya koyarsanız, ahlak kavramını payimal edersiniz. Ahlak biterse, maalesef toplum biter!

lekalem düzgün


Bir kez olsun halka güvenin! 

Kriz sorununun kesin olarak çözümü için neler yapılmalıdır, ya da sorunu gerçekten çözmek isteyen devletler neler yapacaktır?
1. Kriz sorununu kökünden çözmek isteyen devletler her şeyden önce ve en başta "Adil Düzen"e, "Adil Ekonomik Düzen"e geçmeli ve her Adil Düzen Devleti şu önemli kararı almalıdır: "Devlet olarak ben sadece ülkemdeki kendi paramla satış yaparım; sadece kendi paramla borç veririm ve borç alırım; hattâ devlet olarak hiçbir şeyi yabancı para ile almam" diyecektir. O zaman bu devlet sadece kendi vatandaşlarının parası ile iş yapacak, yabancı paraya el sürmeyecektir. Bunun anlamı ve sonucu şudur: Dünyadaki sömürücü ülkelerin paraları, şimdiye kadar sömürdükleri ülkeleri sömürmeye devam edemeyecektir. Her ülkenin parası hiç olmazsa kendi ülkesinde konvertibl hâle gelecektir.
2. Kriz sorununu çözmeye karar veren Adil Düzen, Adil Ekonomik Düzen devletlerinin yapacakları ikinci iş nedir? Devlet olarak faizi sıfırlayacaklardır. Borç ve alacaklarının para değerini koruyacak, ama hiçbir zaman -yarım puan dahi olsa- faiz uygulamayacaklardır. Kredi verirken enflasyon yapmayacak şekilde her isteyene faizsiz kredi verilmelidir.
3. Kriz olmasını istemeyen Adil Düzen, Adil Ekonomik Düzen devletlerinin yapacakları üçüncü iş ise; ihracat ile ithalatı dengede tutmak için Merkez Bankaları aracılığıyla ülkeler arası karşılıklı para kredileşmesini sağlamak olacaktır. Mesela, Türkiye İran Merkez Bankası'na Türk Lirasını kredi olarak verecek, İran Merkez Bankası da Türkiye'ye İran Riyalini kredi olarak verecektir. Bankalardaki para stokları para kurunun tesbitinde etkin olacaktır.
4. Bir daha kriz olmasın diyen Adil Düzen devletleri son bir iş daha yapacaklar; aralarında anlaşıp ortak vergi sistemleri geliştireceklerdir. Vergiler yalnız anayasalara değil, aynı zamanda uluslarüstü hukuka bağlanmalıdır. Adil Düzen devletleri arasında gümrükler, vizeler, kotalar vs. engeller kalkmalıdır. Her devlet uluslarüstü kurallara göre vergisini alacak, vergisi ödenmiş malların ve sermayenin hareketleri tamamen serbest olacak, emek dolaşımı da serbest olacaktır.
***
Demek ki neymiş? Küresel sermaye sömürüsüne son vermek için devletlerin savaşması gerekmez. Bundan önce sermayenin silahlı gücü vardı. Bunları yapmaya kalkıştığınız zaman ABD orduları üstünüze yürürdü. Şimdi ise sömürü sermayesinin böyle bir ordusu yoktur. Olsa bile, artık dünyayı veya İran'ı yahut Türkiye'yi yenecek güçte değildir.
ABD'nin sadece hava kuvvetleri güçlüdür, denizlerde hakimdir. Karada ise Iraklıları, Afganlıları, Pakistanlıları bile yenemeyecek kadar zavallıdır. Malum olduğu üzere, her ana savaş sonunda karada biter, ABD'nin de böyle bir kara gücü yoktur, bundan dolayı sonunda mağlup olmaya mahkumdur.
Bunun için bir devletin bu işe başlaması yeterlidir. Mesela, böyle bir uygulamaya İran başlayabilir; başlamalıdır. Atom bombasından, hattâ atom santralinden vazgeçmeli; ama kesinlikle parasını yani İran Riyalini faizsiz hâle getirmeli, "Adil Düzen Ekonomisi"ne geçmelidir. Sömürü sermayesini yenecek asıl bomba işte budur: Adil Ekonomik Düzen.
 

Başörtüsü, düşünce özgürlüğü ve parti kapatma davalarında milleti yok sayan, 367 garabeti ve 411 vekilin iradesini hiçe sayan kararı ile tepki çeken Anayasa Mahkemesi, CHP'nin başvurusu ile bir kez daha halk iradesi ile karşı karşıya.

 
 

Yeni bir hukuk kabusu yaşatmayın

Milletin seçtiği 411 vekilin, üniversitelerde başörtüsü yasağına son veren kararını kendini iktidar yerine koyarak "esas"tan görüşüp iptal eden, Demirel ve Sezer'de aramadığı 367 imzayı, Gül'ün Cumhurbaşkanlığı adaylığında şart koşan Anayasa Mahkemesi bir kez daha demokrasi testinde. Kamuoyu, Anayasa Mahkemesi'nin kendi itibarını yerle bir eden bu kararları hafızalardan silinmeden ülkeye yeni bir 367 kâbusu yaşatmamasını istiyor.

Anayasa çiğnenmesin!

CHP'nin her zaman olduğu gibi milletin hakemliği yerine Anayasa Mahkemesi'nin hakemliğine başvurması, yüksek yargının da sürekli CHP'nin talebi doğrultusunda kararlar alması tepki topluyor. Hukukçular, Anayasa'da açıkça Anayasa Mahkemesi'nin yalnızca "biçim" yönünden inceleme yapabileceğinin belirtildiğini vurgulayarak, Anayasa Mahkemesi'nin, Meclis'in ve Cumhurbaşkanı'nın onayından geçen "değişiklik paketi"ne dokunmadan iade etmesi gerektiğini ifade ediyor.
TBMM, iki ay süren oylama maratonundan yorgun bir şekilde çıktı. Yürürlükte olan 1982 darbe anayasasının 26 maddesinin değiştirilmesini öngören teklif paketi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün onayına sunuldu. Gül'ün de onayı ile referandum süreci beklenmeye başlandı. Bu konuda, yürürlükten kaldırılmış eski kanun maddesine dayanarak referandum sürecini 60 günden 120 güne çıkaran bir yorumda bulunan Yüksek Seçim Kurulu'nun (YSK) kararının hemen ardından ana muhalefet partisi CHP, her zaman yaptığı gibi soluğu Anayasa Mahkemesi'nde aldı.

YSK "ben de varım" dedi

Yüksek Seçim Kurulu, CHP'nin itirazı doğrultusunda bir karar alarak, referandum süresiyle ilgili değişikliği yok saydı ve yürürlükten kalkmış bir hükme dayanarak süreyi 120 gün olarak belirledi. Hukukçular, şu anda olmayan, kaldırılmış olan bir kanuna dayanarak referandum tarihi için 60 yerine 120 gün yorumunda bulunan YSK'nın siyasi bir karar alarak yeni bir "367" skandalına imza attığını ifade ediyor. Yüksek Seçim Kurulu'nun, CHP'nin istediği şekilde "120 gün" yorumunda bulunmasının altında, karmakarışık bir hale düşmüş olan CHP'nin toparlanabilmesi ve Anayasa Mahkemesi'nin olaya etki etmesi için zaman kazandırıldığının yattığı vurgulanıyor.

CHP yine halka değil mahkemeye gitti

CHP, başörtüsü yasağı, katsayı zulmü ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yaptığı gibi bir kez daha Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanan ve 12 Eylül'de halk oylamasına gidecek olan Anayasa değişiklik paketinin iptali için 111 imzayla Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. Başvuruya 97 CHP, 6 DSP, 7 bağımsız ve DP Milletvekili Mesut Yılmaz imza attı. Değişikliklerin halkoylamasına gitmesini istemeyen CHP, gene milletin hakemliği yerine Anayasa Mahkemesi'nin hakemliğini seçti. CHP tüm maddelerinin iptalini ve yürütmesinin durdurulmasını istedi.

CHP'nin dilekçesi YARSAV'dan

111 imzalı başvurunun Anayasa Mahkemesi'nin eski raportörü ve YARSAV Yönetim Kurulu Üyesi Ali Rıza Aydın tarafından hazırlandığı ortaya çıktı. Aydın'ın başvuru dosyasını bizzat hazırlaması dikkat çekti. Uzun süre Anayasa Mahkemesi raportörlüğü yapan Ali Rıza Aydın, bir süre önce bu görevinden ayrılmış ve YARSAV'ın son genel kurulunda yönetim kurulu üyesi seçilmişti.

Kendini Yasama yerine koyan mahkeme

Şubat 2008'de üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakacak Anayasa değişikliği teklifinin tümü üzerinde TBMM'de yapılan oylama, 103 'ret' oyuna karşılık 411 oyla 'kabul' edilmişti. Değişiklik CHP tarafından Anayasa Mahkemesi'ne götürülmüş ve mahkeme değişikliği 'şekil' yönünde görüşmesi gerekirken, düzenlemeyi reddetmişti. Anayasa Mahkemesi'nin bu kararı ise, "mahkemenin yetkilerini aşması" olarak değerlendirilmişti. Anayasa Mahkemesi'nin görev ve yetkilerini belirleyen Anayasa'nın 148. maddesine göre ise, mahkeme, Anayasa değişikliklerini sadece şekil yönünde denetleyip esas bakımından inceleyemiyordu. Ancak Anayasa Mahkemesi, Hürriyet gazetesi'nin "411 el kaosa kalktı" diye manşetten verdiği 411 milletvekilinin onayı ile geçen başörtüsü yasağının üniversitelerde biraz yumuşatılmasını öngören anayasa değişikliğini "esastan" görüşerek, kendisini yasama organının yerine koymuş ve halkın büyük tepkisini çekmişti. Son Anayasa Değişiklik Paketi'nde ise, bir daha böyle "yetki aşımı" durumu yaşanmaması için yeni bir düzenlemeye gidilerek, mahkemenin, Anayasa değişikliğiyle ilgili düzenlemeleri "ne şekil ne de esastan" denetleyemeyeceği özellikle vurgulandı.

Siyasi mücadelenin yargı'ya yansıması

Anayasa Profesörü Mustafa Kamalak da Anayasa Mahkemesi'nin değişiklik paketini iptal etmesi durumunda en az 367 kararında ve daha önce 411 milletvekillinin kabul ettiği Anayasa değişikliğini iptalde olduğu gibi, büyük eleştiri alacağını belirterek şuna dikkat çekiyor: "367 kararı, Anayasa Mahkemesi'ne itibar mı kazandırdı? Hayır. 411 milletvekilinin kabul ettiği Anayasa değişikliğini, şeklen değil esastan inceledi. İtibar mı kazandı? Sanmıyorum. Bunlar Türkiye'deki siyasi mücadelenin yargıya yansımasıdır."
Kamalak, Mahkeme'nin elindeki dosya durumuna göre hareket etmesi halinde 4 ay içinde bir davayı sonuçlandırmasının mümkün olmadığını dile getirerek, "Öncelik verse bile, her şeye rağmen 4 aylık süre içinde davayı esastan karara bağlayamaz" dedi.
Dokunulmaz kuruluşlardan birisi olan YSK'nın kararlarının tıpkı Anayasa Mahkemesi ve HSYK kararları gibi kesin olduğunu söyleyen Kamalak, "Temyizi yoktur. İtiraz merci sadece kendisidir. Karar, YSK'dan oy birliği ile çıktığına göre, oraya itirazın bir etkisi olmayacaktır" diye konuştu.

AYM olduğu gibi iade etmeli

Anayasa Mahkemesi'nin değişiklik paketini şekil yönünden incelemesi gerektiğini kaydeden hukukçular, ikinci bir 367 faciası ile karşı karşıya kalınmaması ve hukuka güvenin selameti için mahkemenin değişiklik paketini olduğu gibi iade etmesi gerektiğini vurguluyor.

"550 Milletvekili de birleşse AYM iptal eder"

Başlıktaki sözleri, çok değil bundan iki ay önce CHP Sözcüsü Mustafa Özyürek, Başbakan Erdoğan'ın başörtüsü yasağının üniversitelerde kalkması ile ilgili "411 Milletvekili birleşti, Anayasanın bir maddesini değiştirdi. Fakat Anayasa Mahkemesi iptal etti" şeklindeki sözlerine karşı söylemişti. Özyürek, Başbakan'ın bu sözlerine karşılık: "411 değil 550 milletvekili de birleşse, o kararı Anayasa Mahkemesi iptal etmek zorundadır" demişti. CHP ile yüksek yargı arasındaki bu karşılıklı "güven"e dayalı ilişkinin boyutu düşünüldüğünde Mahkeme'nin, "CHP'nin etkisi altında kalıyor" eleştirilerine neden tepki göstermediği de anlaşılıyor.

Bir kez daha Anayasa çiğnenir mi?

Anayasa'nın 148'inci maddesinin birinci fıkrası: "Anayasa Mahkemesi, kanunların kanun hükmünde kararnamelerin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü'nün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler. Anayasa değişikliklerini ise sadece şekil bakımından inceler ve denetler.. "

Radikal Yazarı Cengiz Çandar:

Yüksek yargı, "ideolojik şato" oldu

"Yüksek yargı, epey bir süredir, hukuktan ayrılarak 'ideolojik' ve 'siyasi' kararlar üreten kurumları temsil eder hale geldi. YSK'nın bu konudaki öncülü Anayasa Mahkemesi. Hukuk dışı ve 'siyasal nitelikteki' kararlarının başında 2007'deki mahut '367 kararı' geliyor. Anayasa Mahkemesi, 411 oyla TBMM'nin kabul ettiği, kimilerinin 'Kaosa kalkan 411 el' manşetiyle TBMM'ye başkaldırdığı Anayasa değişikliğini iptal etmesiyle 'yetki gaspı'nın bir başka örneğini vermişti. Bütün bunlar, bir yandan da ve 'yargı'nın yasama ve yürütmenin üzerine çıkarak 'kuvvetler ayrılığı'nı ihlal etmesini ifade ediyordu. AİHM'den dönen Yargıtay'da onanmış kararları da eklerseniz, Türkiye'de yüksek yargının pek iç açıcı bir profil çizmediği görülür.
Yani, Türkiye'de 'yüksek yargı', bir 'hukuk dağıtım mekanizması' olmaktan çıkıp, bir 'ideolojik-siyasi şato' haline geleli epey zaman oldu. O nedenle, CHP, Anayasa Mahkemesi'ne başvuracağını duyurduğu vakit, halkın önemli bir bölümü Anayasa Mahkemesi'nin CHP'nin bir 'alt-komisyonu' gibi çalışarak karar verecek olmasından, yakın geçmişteki örneklere bakarak kaygı duyuyor."

Adalet eski Bakanı Hikmet Sami Türk:

Mahkeme, incelemeyebilir bile

"Ortada henüz kabul edilmiş bir anayasa yok, sadece Meclis'ten geçen bir metin var. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi, bu gerekçeyle incelemeyi kabul etmeyebilir. Halk oylamasında kabul edildiği takdirde 10 gün içinde dava açılabilir. Halk oylamasında kabul edilip edilmeyeceği belli olmayan bir değişikliği Anayasa Mahkemesi'ne götürmek çok gerekli değildi.''

Takvim Yazarı Bülent Erandaç:

"Yeni 411 ve 367 arayışları"

"411, 367" kararlarına imza atan bir Anayasa Mahkemesi referanduma gitme kararını bile iptal edebilir.. Abdullah Gül'ün Çankaya yolunu kesmek, cumhurbaşkanı seçimini iptal ettirmek için CHP lideri Baykal yüksek mahkemeye başvurmuştu. Anayasa Mahkemesi de bir hukuk skandalı olan 367 formülünü benimsemişti. Başörtüsü yasağını kaldıran Anayasa değişikliği TBMM'de 411 gibi rekor bir oyla kabul edilmişti. Başörtüsü yasağına karşı toplumda oluşan mutabakat Meclis'e yansımış, Meclis yasağı kaldırmıştı. Anayasa mahkemesi, Meclis kararını iptal etti. Anayasa Mahkemesi, evrensel hukuk ilkelerini çöpe atarak kendisini iktidar ilan etmiştir. Artık kanun koyucumuz, Anayasa Mahkemesi'dir.
Bu yara devam ediyor. CHP, halktan kendisini iktidara getirecek oyu alamıyor, bazı anayasal kurum mekanizmaları ile "iktidarın" gücüne ortak olmaya çalışıyor. Meclis kilitlendiğinde söz milletindir."

Anayasa Mahkemesi Raportörü Doç. Dr. Osman Can:

"Halkın seçmediği yargı, halkı temsil edemez"

"148. maddede, 'Anayasa Mahkemesi şekil denetimi yapar', diyor. Biçim denetiminin dışına taşan bir eylem Anayasa Mahkemesi'ni, Anayasa Mahkemesi olmaktan çıkarır, 11 kişinin bir araya gelerek, kendi siyasi görüşlerini deklare etmesi anlamına gelir.. Kimin yargı yetkisini kullanacağına, millet tarafından karar verilmesi gerekir. Danıştay, Sayıştay, YSK, HSYK, Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimine halk katılmıyor ki. Peki, bu durumda yargı yetkisi nasıl halk adına kullanılıyor? Yargı söz konusu olduğu zaman, halk yok."

Eski bakan Ekrem Pakdemirli:

"Mahkeme özle ilgili karar veremez!"

"367 bir garabetti. Vatandaş, bunu seçimde dile getirdi. Bir garabet daha yaparlarsa, AK Parti'nin ekmeğine yağ sürerler. Anayasa Mahkemesi, anayasa değişikliği paketine sadece şekil olarak bakabilir. Zaten Anayasa Mahkemesi'nin özle ilgili bir karar verme şansı yok. Onlar da siyasi bir şey olduğundan böyle yaptılar. Şimdi özde bir inceleme yapılamaz. Şeklen bir yanlış varsa, 'Şu şu uymadığı için iptal ettik.' diyebilir. Meclis de bu yönde şekil yanlışını düzeltir ama bunun dışında bir inceleme yapması, Anayasa'ya göre mümkün değil."
 

 

lekalem@hormail.com


 İsrail’in Meşruiyeti Var mı?

İngiliz gazeteci AlanHart'ın İsrail ile, Siyonizm ile ilgili bir makalesini okudum (mounadil.blogspot.com). Bu zatın son kitabı "Siyonizm: Yahudilerin gerçek düşmanı" ismini taşıyor ve üç ciltten oluşuyor.
Hart'ın iddiaları şunlar:
1. İsrail devletinin meşruiyeti İngiltere'nin 1917 tarihli Balfur deklarasyonu ile Birleşmiş Milletler'in 1947'deki, Filistin topraklarını iki devlete bölme kararına dayanır.
2. 1917'de Filistin Osmanlı devletinin bir parçası idi. Ona ait toprakları, iki devlet arasında veya uluslararası bir anlaşma olmadan peşkeş çekmeye İngiltere'nin hukuken hakkı yoktu.
3. Yahudilerin bundan iki üç bin yıl önce bu topraklarda bizim atalarımız yaşıyordu iddiaları da temelsizdir. Çünkü eski İbranîler ile çağdaş Yahudiler arasında biyolojik bir bağ yoktur. Olsa bile başka bir halkın uzun zamandan beri üzerinde yaşadığı toprakları gasp etmek, yerli ahaliyi kovmak, kaçırmak, katl etmek için haklı bir sebep olamaz.
4. Birleşmiş Milletlerin Filistini bölmeye, bir Yahudi, bir Arap devleti oluşturmaya hakkı yoktu.
5. Birleşmiş Milletlerin bu haksız kararının uygulamaya konması için Güvenlik Konseyinin bu kararı tasdik etmesi gerekirdi. Karar tasdik edilmemiştir.
6. İsrail, varlığını ve kuruluşunu tek taraflı ve devletler hukukuna aykırı olarak ilan etmiştir.
7. Siyonistler, İsrailin kuruluşundan önce de sonra da terörizm yapmışlar, Filistin'in yerli Arap halkını öldürmüşler, yurtlarından sürmüşler; kaçırmışlardır.
8. İsrail devletini meşrulaştırmak hakkı sadece ve sadece Filistin halkına aittir. Başka hiçbir kişide ve halkta böyle bir yetki ve hak yoktur.
Bu konuda bazı ilaveler yapıyorum:
Çok koyu dindar Neturei Karta hahamlarının dediği gibi:
a. Filistin Filistinlilerindir.
b. Beklenen Mesih çıkmadan önce Yahudilerin Filistin'e göç etmeleri Musevî dinine aykırıdır, büyük günahtır.
c. Siyonizm Musevî dinine göre büyük küfürdür.
ç. İsrail devleti meşru bir devlet değildir.
d. İsrail devletine dindar Yahudiler vergi vermemelidir, onun ordusunda askerlik yapmamalıdır, onun kanunlarına itaat etmemelidir.
e. Filistinlilerin, vatanlarını geri alınca, istedikleri kadar Yahudiyi yerinde bırakmaya, istediklerini de kovmaya hakları vardır. Bu konuda pazarlık yapılamaz.
Yanlış anlaşılmasın, bunlar benim şahsî fikir ve görüşlerim değildir, bir kısım dindar Yahudi hahamlarının düşünce ve kanaatleridir.
Lozan anlaşmasıyla Türkiye eski toprakları üzerindeki haklarından vaz geçmiştir ama Filistin ile mânevî, tarihî, kültürel bağları vardır. Filistin'de 400 yıl boyunca Osmanlı bayrağı dalgalanmıştır. Hiçbir emperyalist emel olmamak şartıyla Türkiye'nin Filistin halkını desteklemesi gerekir. Filistin halkı razı olursa ileride Filistin ile Türkiye arasında bir federasyon kurulabilir. (Diğer bölge devletleriyle birlikte).
Evet, İngiliz gazetecinin dediği gibi Yahudilerin en büyük düşmanı Siyonizmdir.
Siyonizm nedir:
1. Bir ideolojidir.
2. Bu ideoloji ırkçıdır.
3. Bu ideoloji Musevî dininin öğretilerine aykırıdır.
4. Nice Yahudi bilgesi haham Siyonizmin küfür olduğunu açıkça beyan ve ilan etmiştir.
Bu gidişle üçüncü dünya savaşı İsrail ve Siyonizm yüzünden çıkacaktır. Bu savaşta nükleer silâhlar kullanılacak ve insanlık yeni bir taş devrine dönecektir.
Keşke Yahudilerin çoğunluğu Neturei Karta hahamlarını dinleseler ve insanlığı korkunç bir felâketten kurtaracak girişimlere hemen başlasalar.
Yahudilerin içinde çok okumuş, çok kültürlü, her konuda çok uzman kimseler vardır. Filozoflar, büyük düşünürler vardır. Keşke onlar bir araya gelseler ve hem Yahudilerin, hem de insanlığın felâketine yol açacak büyük savaşı önleseler.
Allah birdir, hepimizin İlahı ve Rabbidir.Allah zulümden hoşlanmaz, kötülüğe razı olmaz. Siyonistlerin içinde gerçekten Yahudi olmayan bir yığın ateist ve dinsiz bulunmaktadır. Dindar Yahudilerin en büyük düşmanı mazlum Filistinliler değil, bu dinsiz azgın Yahudilerdir.
Siyonizm, İsrail devleti Tevrata aykırıdır. Hz. Musa'nın öğretilerine, emir ve yasaklarına, öğütlerine aykırıdır.
Aklı başında bilge hahamların öğretilerine aykırıdır.
İsrail ve Siyonizm yüzünden çıkacak üçüncü dünya savaşında çok insan, bu meyanda çok Yahudi can verecek, yaralanacak, perişan olacaktır.Keşke akıllarını başlarına toplasalar.
* (İkinci yazı)

 

Tek Taraflı Protesto
Boğaziçi Üniversitesi'ne mensup 61 öğretim üyesi bir bildiri yayınlayarak, Silivri Cezaevinde bazı Ergenekon sanıklarının uzun müddet tutulmalarını protesto etmiş.
Yerden göğe kadar hakları vardır. Lakin onlara soruyoruz:
Tutukluluk konusundaki aksaklıkları, Ergenekon sanıklarının başına gelenlerden sonra mı gördünüz? Daha önce gözünüz yok muydu, aklınız yok muydu?
Seksen senedir Müslümanlar inim inim inletildi, o zaman niçin sizin veya ağabeylerinizin sesleri çıkmadı?
Ceza hukukunun bir kuralı vardır: Kesin hükme bağlanmış bir meselede ikinci defa dâvâ açılmaz. Bu memlekette Nurcular aleyhinde, risale-i Nurları okumanın, bulundurmanın suç olmadığına dair binlerce kaziye-i muhkeme (kesinleşmiş kararlar) bulunmasına rağmen zavallı Müslümanların aleyhinde binlerce yeni dava açılırken sizler nerede idiniz?
Evet üzerinden uzun zaman geçti ama İskilipli Âtıf efendinin, Şapka Kanunundan önce yazmış olduğu Şapka Risalesinden dolayı asılmış olmasına niçin itiraz etmiyorsunuz? Hani ceza kanunları mâkabline şâmil olmazdı...
Bir Ergenekoncunun, bir Dönmenin, bir Marksistin burnu kanasa kıyamet kopartıyorsunuz da, bir Müslümanın kafası kırılınca sizden niçin bir inilti bile çıkmıyor?
Baylar bayanlar!.. Eşitlik prensibine uyun. Gerçek aydınlar iseniz, vaktiyle Müslümanlara yapılmış zulüm ve adaletsizlikleri de protesto edin.
İnançlarını paylaşmadığınız mazlum Müslüman vatandaşları da koruyun gözetin.
Laik rejimin yaptığı bütün haksızlıkları, adaletsizlikleri, hukuksuzlukları tenkit ve protesto edin.
Adalet, eşitlik, insan hakları ve hukuk konusunda ayrımcılık yapmayın.
Dönmeleri, Ergenekoncuları, resmî ideoloji bağlılarını "daha eşit" görmek çarpıklığını bırakın artık.
Halkı "Bizden olanlar ve bizden olmayanlar" diye ikiye ayırmayın.
Çoğunluğu oluşturan Müslüman halkı en büyük tehdit ve tehlike olarak görmeyin. Siz görmüyorsanız görenleri tenkit edin, uyarın.
Müslümanları "iç düşman" olarak görenlerle yasal yollardan mücadele edin.
Gerçek aydın iseniz vesayet demokrasisine karşı çıkın.
Dar açılı, tek taraflı tenkit ve protestolarla bir yere varamazsınız.
Men dakka dukka diye bir söz vardır. Etme bulma yahut eden bulur mânâsına.

lekalem@hotmail.com

İslâm’da Cihad ve İctihad

Bazı (hepsi değil) ilahiyatçılar cihad ve ictihad konusunda Ehl-i Sünnet ve Cemaat Müslümanlığının sınırlarını aşıyor, doğru olmayan görüşlerle, bozuk fetva ve ictihadlarla halkın kafasını karıştırıyor.
19'uncu asırda, ictihad konusunda aykırı fikirler ortaya süren kişi, Cemaleddin Afganîdir. Bu zata kesinlikle güvenilmez. Onu şüpheli kılan konular nelerdir?
1. Taqiyye yaparak Şiî olduğu halde kendisini Sünnî göstermiştir. Şiî olmak suç mudur diyeceklerdir. Suç değildir ama Şiî olduğu halde kendisini Sünnî göstererek din kardeşlerini aldatmak büyük suçtur.
2. Yine taqiyye yaparak, İranlı olduğu halde kendisini Afgan göstermiştir.
3. Masonluğun en dinsiz ateist veya agnostik locasına üye olmuştur.
4. İran şahı Nasirüddini onun bir hayranı ve müridi öldürmüştür.
5. Blunt adlı bir İngiliz ajanı ile birlikte Halife-i Müslimîn Sultan Abdülhamid-i Sâni Han efendimizi tahtından indirmeye çalışmıştır.
6. Ernest Renan'a reddiye bahanesiyle onu tasdik eden talihsiz cümleler sarf etmiştir.
7. Kahire'deki ikameti esnasında Müslüman mahallesinde değil, Yahudi mahallesinde ev tutup oturduğu rivayet edilmektedir.
Ehl-i Sünnet ulema, fukaha ve meşayihinin cumhuru bu şaibeli, karışık, bulaşık zatı tenkit etmişlerdir. Bir iki kişi beğenmişse de, o zaman foyası meydana çıkmamış olduğu, kendisini islâmî uyanış önderi gibi göstermiş olduğu içindir.
İctihad kapısı elbette kilitli değildir ama kapalıdır. Çünkü artık zamanımızda, yakın tarihimizde mutlak müctehid derecesinde alim ve fakih yetişmemiştir.
Zaten ictihada lüzum yoktur. İtikad sahasında ictihad yapılamaz... İbadetler konusunda ictihad yapılamaz. Fıkhın ana konularında ictihad yapılamaz. İslâm ahlakının temelleri konusunda ictihad olur mu? Yeni çıkan bazı konularda fetvalar yeterlidir.
Birtakım reformcu ilahiyatçıların Kur'ân'a, Sünnete, icmâ-i ümmete, cumhur-i ulemaya aykırı ictihadlarını görüyoruz.
Siyonistler, Haçlılar, bilhassa Amerikalı bir kısım Evangelistler, BOP'çular, Kriptolar, Sabataycılar İslâm dinindeki cihad farzını kaldırmak için çırpınıp duruyorlar. Cihad Kur'an, Sünnet, icmâ-i ümmet ile farzdır.
Bazı reformcu ilahiyatçılar, cihad savunma için caizdir diyorlar ve halkı şaşırtmaya çalışıyorlar. İslâm'ı çok iyi bilen, dini Peygamber aleyhissalatü vesselamdan öğrenmiş bulunan Hz. Ömer Kudüs'ü, Şam'ı, Irak'ı, İran'ı savunma için mi İslâm bayrağı ve nizamı altına sokmuştu? Cihad, yeryüzünde İslâm'ı hakim kılmak, insanlığı İslâm'ın adalet ve güvenlik gölgesi altında huzur içinde yaşatmak için yapılır. Dinde zorlama yoktur, Ehl-i Kitab zorla Müslüman edilemez. Lakin İslâm barışı için cihad yapılabilir.
Bir reformcu İlahiyatçı Kur'ânYahudileri ve Hıristiyanları İslâm'a çağırmıyor dedi. Ne kadar yanlış bir ictihad, İslâm'ın ruhuna aykırı bir ictihad...
İslâm iki teklif yapar:
1. Müslüman olun, dünyada ve ahirette selamet bulun. Bizimle kardeş olun.
2. Müslüman olmazsanız, İslâm barışını (pax) kabul edin. Bu ikisinden birini yapmazsanız cihada hazır olun.
Osmanlı devleti cihadı sadece savunma olarak ele almış olsaydı, o büyük barışı, o büyük milletler birliğini kurabilir miydi?
Reformcu, Afganîci ilahiyatçılar bu yazdıklarımı benden iyi biliyorlar ama misyonları gereği, tam tersini söylüyorlar. İctihad yapılsın.
Cihad yapılmasın yahut çok kısıtlı olsun.
Siyonistler, bir İslâm ülkesi olan Filistini aldılar. Haçlılar Afganistan'a, Irak'a saldırıp işgal ettiler.Somali Müslümanlarının tepesine ateş yağdırıyorlar. Onlar bunu niçin yapıyor? Emperyalizm, sömürgecilik için... Müslümanlar ise i'lâ-i kelimetullah için cihad yaparlar.
Reformcu, Afganîci ilahiyatçıların Ehl-i Sünnet Müslümanlığına aykırı fikirlerine, görüşlerine, fetvalarına, ictihadlarına, yönlendirmelerine sakın aldanmayın. Aldanırsanız ayağınız kayar.
* (İkinci yazı)

Sahte İslâmcılar, Sahte Türkçüler ve Atatürkçüler...
Bazı sahte İslâmcılara:
Müslüman yalan söyler mi, söylemez ama siz söylüyorsunuz.
Müslüman haram yer mi? Yemez ama siz yiyorsunuz.
Müslüman adaletten, insaftan, itidalden, doğru yoldan ayrılır mı? Ayrılmaz ama siz ayrılmışsınız.
Müslümanın muazzam miktarda kara parası, necis ve pis serveti olur mu? Olmaz ama sizin var.
Müslüman emanete hıyanet eder mi? Etmez ama siz ediyorsunuz.
Müslüman kendi şahsî menfaati ve nüfuzu için militan din düşmanı harbî kafirlerle işbirliği yapar, onları dost ve velî edinir mi? Yapmaz, edinmez ama siz bunları yapıyorsunuz.
Müslüman kafirlere rahmetli ve yumuşak, mü'minlere sert ve yavuz olur mu? Olmaz ama söz böylesiniz.
Müslüman hangi şekilde olursa olsun bütçe ve fon hortumlaması yapar mı? Kesinlikle yapmaz ama siz Allah'tan korkmadan yapıyorsunuz.
Yalan söylediğiniz, emanetlere hıyanet ettiğiniz, haram yediğiniz, küffar ve füccar ile işbirliği yaptığınız için siz müfsid ve münafıksınız.
Bazı sahte Türkçülere:
Bir Türk, Moiz Kohen Tekin Alp adlı fesatçı Yahudinin peşinden gider mi? Elbette gitmez.
Bir Türk yalan söyler mi? Elbette söylemez.
Bir Türk eğrilik ve yumukluk yapar mı? Elbette yapmaz, o dosdoğru örnek bir insandır.
Bunları yaptığınız için siz kesinlikle gerçek Türkler değilsiniz.
Atatürkçülere ve Kemalistlere gelelim:
Atatürkçü yalan söyler mi?
Atatürkçü haram yer mi?
Atatürkçü sözünden döner mi?
Atatürkçü kendi halkına zulüm, baskı yapar, hakaret eder mi?
Atatürkçü ülke kadınlarına, kızlarına, annelerine kötü gözle bakar mı?
Atatürkçü Türklerin lisanına, edebiyatına, kültürüne, kimliğine, sanatına, medeniyetine sabotaj yapar mı?
Haykırın siz de "Yapmaz yapmaz yapan haindir!.." diye.
lekalem düzgün

Siyasette Bazı Tarikatların ve Cemaatlerin Ağırlığı

RİVAYET doğru mudur bilmiyorum ama yazmakta yarar var. İsmet Paşa "Ben rakı sofrasından emir almam" deyip hır çıkarıp diklenmiş, tartışmış, kovulmuş, makamını kaybetmiş. Kendisini kovanın hastalığının ağır olduğunu biliyormuş. Birtakım gösteriler/tiyatrolar tertiplemiş. Meselâ Ankara'da stadyuma gitmiş, halka kendisini alkışlattırmış.
Millî Mücadele yıllarının Ankara müftüsü Börekçizade Rıfat Efendi o tarihlerde DiyanetİşleriReisi... Onunla görüşmüş, dert yanmış, ah hocam vah hocam demiş...
İsmet Paşa gibi dine karşı biri din hocasıyla görüşüyor... Olur mu böyle şey? Olmaz olur mu?
Son 60 yıllık tarihimizde dinî şahsiyetlerin, dinî cemaatlerin, tarikatların büyük ağırlığı olmuştur.
Bu ağırlığı, bu tesiri yadırgayanların akıllarına şaşmak gerekir.
Masonların ağırlığı olacak da Müslümanların niçin olmayacakmış?
İki türlü iktidar vardır: Seçimle gelen siyasî iktidar.
Onun yanında birtakım paralel iktidarlar.
Bizde Sabataycı lobi (veya lobiler) paralel bir iktidardır. Yakın zamana kadar seçimle gelmiş ikidar ile Sabataycı iktidar arasında bir anlaşmazlık ve çatışma çıkınca birinci iktidar kaybediyordu. Şimdi durum değişir gibi.
Sünnî tarikatların ve cemaatlerin ağırlığı ve rolü olur da Alevîlerin olmaz mı? Bugün birkaç hayatî temel kurumda Alevî ağırlığı vardır.
Medya ülkemizde paralel bir iktidar değil midir?
Bizde ordunun siyasete karışmadığı söylenebilir mi?
Ya yüksek yargı...
Biz yine cemaatlere ve tarikatlara gelelim. Şu anda dinî bir cemaatin siyasette büyük ağırlığı vardır. Devlet içinde devlet, iktidar içinde iktidar gibi bir durum oluşmuştur.
Şu anda uyum içindedirler.Bu durum hep böyle devam eder mi?
Dünya iki padişaha dar gelmiş, kırk derviş bir kilime sığışmış...
Osmanlılar zamanında da bazı tarikatların büyük ağırlık, nüfuz, tesir sahibi olduğu görülür. Meselâ Halvetî tarikatı ile Fatih Sultan Mehmed'in aralarının açık olduğu iddia edilir.
Merhum Sultan Abdülhamid:
Tarikat mensubuydu.
Birkaç tarikata intisabı vardı.
Büyük şeyhi, Şazelî tarikatı postnişîni Muhammed Zâfir el-Medenî idi.
Yıldız sarayında Halebli Rufâî şeyhi Ebu'l-Huda es-Sayyadî bulunurdu.
Şam'da da şeyhi vardı.
Türkiye'ye İslâm ve Türkler tarikatlarla girmiştir.
Türkiye'de tarikatsız siyaset olmaz.
Tarikatsız iktidar olmaz.
Ama Mason tarikatı, ama dinî tarikat...
On beş sene önce Le Figaro (Paris) gazetesinin Türkiye mümessili zaman zaman ziyaretime gelirdi. Bir gün: "Ne garip memleket!.. Hem lâiklik var, hem de her siyasî liderin bir şeyhi var..." demişti.
İslâm'da din ve dünya, sprituel ve temporel ayırımı yoktur.Din ve siyaset her zaman birlikte olmuştur, olacaktır. Bu birliktelik:
Bazen uyum içinde.
Bazen çatışma şeklinde tezahür eder.
Bazen dine hizmet edilir.
Bazen din istismar ve istihdam edilir (sömürülür).
Sultan İkinci Mahmud ile Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa meselesini de hiç unutmamalıyız. Alemdar Mustafa Paşa Sultan Mahmud'un canını kurtarmış, onu tahta çıkartmıştı ama Yeniçeriler isyan edip Paşayı konağında muhasara edince Sultan Mahmud'un ona gereken yardımı yapmadığı rivayet edilir.
Bendeniz siyasetçi olsam, siyasete karışmış cemaat ve tarikatlara güvenmem.
Tarikatçı ve cemaatçi olsam, ne kadar dost ve yakın görünürse görünsün siyasî iktidara güvenmem.
Şu rivayeti de yazmadan geçemeyeceğim.
Sultan Üçüncü Selim'in feci şehadeti, Şehzade Mahmud'un asiler tarafından öldürülmek maksadıyla kovalanması sırasında saray personelinden biri, tahta çıkacak olan Mahmud'un canının kurtarılmasında rol oynar. Aradan yıllar geçer, bir gün Sultan Mahmud bu zatı görür ve ona şöyle der: Sizi her gördüğümde, canımı kurtarmış olduğunuzu hatırlıyorum...Yaşlı zat, estağfirullah efendimiz der ve susar. Aradan bir müddet geçer, bir fırsat bulur ve Padişaha:
Efendimiz, artık yaşlandım, müsaade buyurursanız Medine'ye hicret etmek, son günlerimi orada geçirmek istiyorum... der. İzin verilir ve gider.
Padişahlar, saltanatlarına ortak olmak bir tarafa, bazı kimselere çok minnet ve teşekkür borçları olmasını bile istemezler.
Bir tarikat veya cemaat paralel bir iktidar haline gelirse, o da müşareket kabul etmez.
* (İkinci yazı)
Doktor "İçimde bir His Var"demiş...
OTOPSİ, ölüm sebebini bilmek, öğrenmek, belirlemek maksadıyla bir kadavranın uzmanlar tarafından kesilmesi, açılması, iç organlarına bakılması, tahliller yapılması, sonra rapor verilmesi demektir.
Geçtiğimiz hafta, Ağrı'nın Doğubeyazıt ilçesinde 2 yaşında bir çocuk dereye düşmüş, bir müddet suların içinde sürüklenmiş, sonra çıkartılarak hastahaneye götürülmüş...
Doktorlar çocukla hemen ilgilenmişler, gerekli tıbbî müdahaleyi yapmışlar, hayatî fonksiyonları yerine gelmemiş, ailesine "Çocuğunuz maalesef öldü" demişler.
Ölüm sebebinin anlaşılması için cesede otopsi yapılacak... Pratisyen hekim Nurettin Kurt, iki hemşire, sağlık memuru cansız çocuğu kesecek açıp içine bakacak...
Doktor Nurettin bey, "Arkadaşlar, içimde çocuğun yaşadığına dair bir his var, bir kere daha kontrol edelim..." demiş. Kırk beş dakika boyunca "cesede" kalp masajı ve sun'î teneffüs yaptırılmış...
Ve çocuk canlanmış...
Sevinçli haber ailesine verilmiş...
Ailesi mezar kazıyormuş...
Hastahaneye gelmişler, çocuğu alıp köye götürmüşler...
Annesi gözyaşları içinde yavrusuna sarılmış...
Doktor Nurettin'in içine doğmasaydı, çocuk anatomi masasına yatırılacak, neşterlerle vücudu kesilip biçilecek, öncelikle akciğerlerine, sonra diğer organlarına bakılacaktı...
Yani ölmemiş bir çocuk kesilip biçilecekti...
Çocuğun ismi Samet Aydemir'miş... Samet çok talihliymiş, canını kurtarmış...
Osmanlı tarihinde, Padişahlardan birinin öldükten sonra mezarından boğuk sesler geldiği anlatılır...Çok acıklı bir hikaye olduğu için (yüreğiniz dayanmaz) burada tafsilatını yazmayacağım.

lekalem düzgün

Ermeni Meselesinin İçyüzü ve Mahiyeti

Bir Ermeni meselesi var, bunu herkes kabul ediyor ama içyüzü ve mahiyeti nedir, işte bunu doğru dürüst bilen yok. Ermeni meselesini anlamak için şu konularda doğru bilgilere sahip olmak gerekir:
1. Ermeni meselesinde Sabataycı, Kripto Yahudi İttihadçıların rolü nedir?
2. Yine bu meselede Kürtlerin rolü ne olmuştur?
3. Ermenilerin hiç suçu, kabahati, yanlışı yok mudur? Varsa nelerdir?
4. Ermeni meselesi ve misyonerler.
5. Düvel-i muazzama (emperyalist ve sömürgeci büyük devletler) Ermeni meselesini Ermenilerin aleyhine sonuçlanacak bir maceraya sokmuşlar mıdır?
6. Ermenilerin tamamı Osmanlı devletine sâdık kalmış ve Müslüman halk ile iyi geçinmiş olsaydı...
Bugün Türk ismi taşıyan, kimliklerinde Müslüman oldukları yazılan birtakım yazarlar, düşünürler, gazeteciler, akademisyenler Ermeni meselesinde kabahatın ve suçun yüzde yüz Türklerde ve Müslümanlarda olduğunu iddia ediyorlar. Ne kadar tek taraflı ve aşırı bir hüküm...
Onlara göre Sultan Abdülhamid zamanındaki Yıldız suikasti, Osmanlı Bankasının basılması, Ermeni komitacılığı, Ermeni terörü yoktur, yalandır. Bütün suç Osmanlı devletindedir.
Ermeniler, Osmanlı devletine en fazla bağlı olan bir "Millet-i sâdıka" iken onların bir kısmını misyonerler ve emperyalist devletler nasıl Osmanlı düşmanı yapmışlardır?Müfritler (abartanlar, aşırılar) bunu düşünmezler.
İkinci dünya savaşı sonrasında Almanyadan kopartılıp Polonyaya verilen topraklarda bir tek Alman kaldı mı? Hepsini sürdüler.
Ondokuzuncu yüzyılın ilk çeyreğinde Girit'te Müslümanlar çoğunluğu oluşturuyordu. Şu anda bir tek Müslüman yoktur.
Birtakım Rumsever Türkler "Ah Anadolu Rumları!..Ah, İyonya Rumları!..Ah Pontus Rumları!.." diyerek kanlı gözyaşları döküyor, ağıtlar düzüyor. Peki Yunanistan'ın her yerinde yaşayan Türklere ve Müslümanlara ne oldu?
Erivan 19'uncu asırda bir Türk ve Müslüman şehriydi. Oranın Türklerine ve Müslümanlarına ne oldu?
Evet Tehcir (Sevkiyat) esnasında nice Ermeninin canı yanmıştır da, bu zulümleri Osmanlılar mı yapmıştır, yoksa belli bir etnik grup mu?
Ermenilere yapılan zulümlerde Dönmelerin rolü nedir? Hıristiyanlardan, 1492 İspanya zulmünün, katliamının, sürgünün intikamını mı almak istemişlerdi?
1915'te Rus ordusu Van şehrimizi zapt ettiği zaman Ermeniler onları kurtarıcı gibi karşılamış mıydı, karşılamamış mıydı?
Türkler ve Müslümanlar bunca Ermeniyi katl etmişler de, Ermeniler hiç Türk ve Müslüman katl etmemiş midir?
Bugün, ismi Türk, dini Müslüman görünen, öldüklerinde cenazeleri Teşvikiye camiine getirilen öyle kimseler var ki, Türk ve Müslüman düşmanlığında Antranik Paşa'dan geri kalmazlar.
Balkan harbinde Ermeni gönüllü birlikleri kurarak, Bulgarlarla birlikte Türklere karşı savaşan Ermenileri niçin görmüyor bu kimseler?
Birinci dünya savaşında Fransız ordusu saflarında Türkleri ve Müslümanları katl eden ermeni lejyonları...
Enver, Talat, Cemal Paşalar suçlu...Antranik Paşalar, Ermeni komitacıları kahraman...Ya öyle mi?
Ermeniler tebaa-i sâdıka olarak kalmış olsalardı, bu coğrafyayı Türkler, Kürtler, Müslümanlarla paylaşmaya razı olsalardı durum böyle mi olurdu.
Balkan harbinde, birinci dünya harbinde bir kısım Ermeniler Osmanlı devleti saflarında savaşmış olsalardı, bugün bu ülkede milyonlarca Ermeni yaşayacaktı.
Yanlış ata oynadılar.
Büyük kumar oynadılar ve kaybettiler.
Paylaşmaya, birlikte barış içinde yaşamaya razı olmadılar.
Hepsi bizim olacaktır dediler.
Sonunda, kurunun yanında yaş da yandı ve silindiler.
Kilikyada Fransız ordusu saflarında Türklere ve Müslümanlara zulm ederken aklınız neredeydi?
Antranik Paşa'nın kumandasında Bulgar ordusu saflarında Türkleri ve Müslümanları keserken aklınız nerdeydi?
Cuma namazından çıkışta Sultan Abdülhamid'i öldürmek için patlatılan Ermeni bombası, aslında Ermeni milletinin başında patlamıştır. Ermeniler varlıklarını korumak, kimliklerini korumak, kültürlerini korumak için Sultan Abdülhamid'e, Osmanlı'nın "Milletler sistemine" muhtaç idiler. Bunu anlamadılar.
Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan oldular.
(Türk ve Müslüman kılığında Ermeni taraftarlığı yapanların bir kısmının Kripto Ermeni olduğunu hatırlatmakta yarar vardır.)
* (İkinci yazı
Zina Fâciası
Vak'a Diyarbakır'da geçer. Beş çocuk annesi Azize, internette tanıştığı genç sevgilisini geceleyin eve alır. Kocası bitişik odada mışıl mışıl uyumaktadır.
Kadın ve aşığı bitişik odada zina yaparlar. Koca gürültüden uyanır aşıkları çıplak olarak basar. Üç kişi (karı, koca, aşık) arasında tartışma başlar. Azize korkar kendini üçüncü katın penceresinden atar. Alttaki marketin brandasına, sonra da park etmiş otomobilin üzerine düşer, ölmez yaralanır.
Ardından aşık da pencereden atlar. Ağır yaralanır. Halen hastanede bakım altındadır, hayatî tehlikeyi atlatmamıştır.
Aşığıyla buluşan genç kadın yirmi gün süren tedavisinin ardından Sosyal Hizmetler İlMüdürlüğü tarafından mahkeme kararıyla lâik devletin koruması altına alınır.
Aldatılan koca, karısının izini bulur. Valiliğe baş vurur, "Ben karımı affettim, ona zarar vermeyeceğim..." mealinde bir dilekçe verir.
Valilik, aile birliğini korumak adına bu talebi haklı bulur.
Kadın da kocasıyla tekrar birleşmek ister.
Valilik kadını kocasına verir.
Karı koca bir otele yerleşirler.Odalarından kavga ve tartışma sesleri gelir.
Bir müddet sonra kadın pencereden atlar (veya atılır), yere çakılır ve can verir.
Koca yakalanır, mahkemeye sevk edilir.
"Habertürk" menşeli bu haber, Vatan gazetesinin internet sitesinde 23 Nisan Cuma tarihinde yayınlandı.
Biliyorsunuz yeni Ceza Kanunu zinayı suç olarak kabul etmiyor.
Avrupalılar zina konusunda çok serbest, çok hoşgörülü...Biz de onlara uyduk.
Devletimiz zina yaptığı için kocasının hışmından korkan kadını koruma altına alıyor, ona bakıyor.
Kadın beş çocuklu, yaşı otuz.
Aşığını gece eve alıyor.
Aşığıyla internette tanışmışlar.
Koca yandaki odada uyuyor.
Gürültüye uyanıyor.
Zina suç değil.
Kadın birinci defa düşüyor, ölmüyor.
Devlet kadını koruma altına alıyor.
Yediriyor, barındırıyor. Cep harçlığı veriyor mu, bilmiyorum.
Beş çocuk yetim kaldı.
Aşık hastanede can çekişiyor.
Koca yakalandı.
Facia üstüne facia.
Türkiye çok ilerliyor.
Zina suç değil.
Uygarlık ve Avrupa birliği yollarında füze hızıyla ilerliyoruz.
Az zamanda çok mesafe kat'ettik.
Beş çocuklu kadın...İnternette tanışılan aşık...Aşığın eve alınması... Koca bitişik odada uyurken sevişmeleri...Gürültüden kocanın uyanması... Sonra bir sürü facia...Devletin kadını koruması... Falan filan...
Nerede kalmıştık?.. Zina suç değildir...

leklem@hotmail.com


 

Kutlu Doğum Haftası V

Şâir ne güzel söyler:
"Hiçbir göz, senden güzelini görmedi.
Hiçbir kadın senden mükemmelini doğurmadı.
Sen, her türlü kusurdan uzak yaratıldın,
Sanki sen, kendin nasıl istedi isen, öyle yaratıldın."
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz bütün bir beşeriyet için büyük bir lütuftur:
"Andolsun ki içlerinden, kendilerine ALLAH'ın âyetlerini okuyan, kötülüklerden ve inkârdan kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle ALLAH, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler." (Âl-i İmran sûresi: 164)
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz içimizden biridir ve bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu:
"Size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü'minlere karşı pek şefkatli, çok merhametlidir!" (Tevbe sûresi:128. Ayrıca bkz. Enbiyâ sûresi: 107)
"Resûlüm! Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya sûresi: 107)
ALLAH Teâlâ, Peygamberini rahmet süsüyle süslemiştir. O'nun varlığı, şemail ve fezâili, sıfatları bütün yaratıklar için rahmet vesilesidir. O, hem müminler için, hem kâfirler için rahmettir.
a- Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz bütün Mü'minler için rahmettir. Çünkü O'na inanıp O'nun yolundan gidenler dünyevi ve uhrevi bahtiyarlığa ereceklerdir. O, dünyaya ümmetim diyerek teşrif etmiş, Mirac'da Rabb'inden ümmetinin af ve mağfiretini dilemiş, hayatı boyunca bize bizden yakın olmuş, ebedî âleme irtihal ederken de, "Ümmetim, ümmetim" diyerek irtihal etmiş, kıyamet gününde de mü'minlere şefaatçi olacağını müjdelemiş bir Peygamber'dir. Ebû Hureyre (R.A.)'den rivayete göre Sevgili Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
"Ben mü'minlere kendilerinden daha yakınım." (Buhari; Kefale: 5, Müslim, Feraiz: 4) buyurmuştur.
Yüce Rabbimiz; Kur'an-ı Kerim'de:
"ALLAH Resûlü mü'minlere kendi canlarından daha yakındır." (Ahzab sûresi: 6) buyurmuştur.
Âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerden anlaşılacağı üzere ALLAH Resûlü, bize kendi nefsimizden daha yakındır. Nasıl olmasın ki, biz çoğu kez nefislerimizden kötülük görürüz. Halbuki, O'ndan hep iyilik, kerem, merhamet, şefkat ve mürüvvet gördük. O, ilâhî rahmetin mümessilidir. Bu sebeple, elbette bize bizden daha yakındır. Bize şefkatli ve merhametlidir. Bakın Ebû Hureyre (R.A.)'den rivayete göre Sevgili Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz ne buyuruyor:
"Kim, borçlu olduğu halde vefat ederse, o borcun ödenmesi bana aittir. Bir mal bırakırsa o varislerinindir." (Müslim, Feraiz: 14, 3/1237)
Dünya ve âhirette ALLAH Resûlü, mü'minlere kendilerinden daha yakın olma keyfiyetiyle bir rahmettir. O'nun bu rahmet yönü ebedlere kadar da devam edecektir.
b- Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, devrindeki münafıklar için de rahmet olmuştur. Münafıklar, bu engin rahmet sayesinde dünyada azap görmediler. Camiye geldiler, Müslümanların içinde dolaştılar ve Müslümanların istifâde ettiği bütün haklardan istifâde ettiler. ALLAH Resûlü onlar hakkında perdeyi yırtmadı. Onların çoğunun iç yüzünü biliyordu. Hatta bunları Huzeyfe (R.A.)'ye söylemişti de. (Buharî, Fezâilü'l-Ashâb:20; İbn Esir, Üsdü'l-Ğâbe, 1/468) Rivayete göre Hz.Ömer (R.A.), Huzeyfe (R.A.)'yi takip eder, O'nun kılmadığı cenaze namazını O da kılmazdı. (İbnEsir, Üsdü'l-Ğâbe, 1/468)

lekalem düzgün

İçimizdeki Şeytan ve Şeytanlar

Şeytan yoktur diyen Müslüman değildir. Şeytan vardır, gerçektir. Şeytanın var olduğu Kur'ânla, Sünnetle, icmâ-i ümmetle sâbittir.
Şeytan Müslümanın büyük düşmanıdır.
İki türlü şeyâtîn vardır: Cinnî şeytanlar...Mecâzî mânada insî şeytanlar. Kur'ânda müsriflerin "Şeytanın kardeşleri olduğu" bildiriliyor.
Müslüman kılıklı şeytanlar var mıdır? Olmaz olur mu? Hem de hadsiz hesapsız.
Bazı şeytanlar ilahiyatçı kılığına girer ve Kur'âna, Sünnete, icmâ-i ümmete, Ehl-i Sünnet ve Cemaate aykırı bâtıl ve saçma fetvalar verirler.
Müctehid kılığına girmiş şeytanlar da vardır.
Hıristiyan şeytanlar vardır.
Yahudi şeytanlar vardır.
İslâmcı şeytanlar vardır.
Ümmet birliğini bozan, Müslümanları birbirine düşüren, fitne ve fesat çıkartan kimseler, beş vakit namaz kılsalar bile muslih (ıslah edici) kimseler değil, fitneci şeytanlardır.
Ehl-i Tevhid ve ehl-i Kıble olan mü'minleri şirk ve küfürle suçlayanlar şeytan değil de nedir?
Müslüman kılığındaki şeytanlar ülkemizi fesada veriyor:
Zaruriyat-ı diniyeye aykırı ictihadlar yapıyor, fetvalar veriyor.
Ehl-i Sünnet ve Cemaatin temellerini dinamitliyor.
Bir yığın büyük günahı açıkça, küstahça, utanmadan, arlanmadan cehren irtikab ediyor.
Rüşvet alıp veriyor.
İslâm'ın istikamet (doğruluk dürüstlük) farzına aykırı olarak çeşit çeşit eğrilik, yamukluk yapıyor.
İhalelere fesat karıştırıyor.
Haram komisyonlar alıyor.
Bir kısım şeytanlar:
Kur'ândaki ve Sünnetteki emir ve yasakların, kesin hükümlerin nicesi tarihseldir, bu devirde geçmez diyor.
Şeriatı yıkmaya çalışan şu ilahiyatçı şeytan değil de nedir?
Kur'ândaki, Sünnetteki kesin emri inkar ederek, on dört asırlık icmâ-i ümmete aykırı olarak İslâm'da tesettür yoktur diyen mel'un, mü'min midir, mürted bir şeytan mıdır?
Müslümanların zekatlarını, paralarını, mallarını toplayıp da çar çur edenler, bir kısmını zimmetlerine geçirenler...
Nefislerini putlaştıranlar, tanrılaştıranlar...
Ruhbanlarını erbab (rabler) haline getirenler...
Hem sofu geçinen, hem de günde beş saat gıybet yapanlar...
Evet bunlar hep mecazî şeytanlardır.
Her Müslümanın kendine mahsus bir şeytanı vardır. Onu en büyük düşman bilmedikçe, onunla en güçlü ve etkili şekilde mücadele etmedikçe o mel'unun maskarası olmaya mahkumdur.
Şeytan Müslümanları parayla, malla, zenginlikle aldattı.
Şeytan Müslümanları lüks hayatla, gururla, kibirle, aşırı tüketimle aldattı.
Şeytanın en büyük yardımcısı cahil ve gafil karılardır.
Dini imanı para olan kişi, Şeytanın tuzağına düşmüştür.
İcazeti, ehliyeti, liyakati, ilmi, irfanı, hakkı olmadığı halde şeyhlik taslayanlar şeyh değil şeytandır.
Siz, küfür nizamının haram kemiklerini yalayarak İslâm dâvasına ihanet edenleri mü'min mi sanıyorsunuz?
Kur'ânı, Sünneti, Muhammedî hedyi bırakıp da altına gümüşe, euroya dolara, haram gelirlere kul olanlar şeytanın köleleridir.
Kainatın Efendisine (Salat ve selam olsun ona) saldırılınca ses çıkartmayan, tepki göstermeyen; kendi baronlarına çatılınca havalara çıkan dengesiz sapıklar melek midir, şeytan mıdır?
Aynaya bakalım:
Onda salih bir mü'min mi görüyoruz, fasık bir şeytan mı?
Aynalar yalan söylemez.
* (ikinci yazı)

Hazret-i Mevlana
HAZRET-İ Mevlânâ'nın başlıca özellikleri şunlardır:
(1) O, dini bütün bir Müslümandır.
(2) İcazetli din alimi ve fakihtir.
(3) Allah'ın velî kullarındandır. Zengin Türkçe ile kibar-ı evliyaullahtandır.
(4) Şeriata ve dinin zâhir hükümlerine sımsıkı bağlıdır.
(5) Keşif ve keramet sahibidir.
(6) Çok yüksek ahlak, karakter ve fazilet sahibidir.
(7) Hikmetler hazinesidir.
(8) Mânevî ve ilahî aşk ve şevk insanıdır.
(9) Zâhittir, yâni dünyaya rağbet ve iltifat etmemiştir.
(10) Halleri ve tavırlarıyla insanları hidayete ve imana çağırmış, nice kimsenin mü'min olmasına vesile olmuştur.
(11) Ölümünden yedi yüz küsur sene geçmiş olmasına rağmen irşadı, terbiyesi, eğitimi devam etmektedir.
(12) İslâm semasının parlak güneşlerindendir.
Mevlânâ hazretlerinin metni çok kısa bir vasiyetnamesi (öğütleri) bulunmaktadır. İnsanlara ve hassaten Müslümanlara yaptığı öğütleri sıralıyorum:
Ben size gizli ve açık Allah'tan korkmanızı,
Az yemenizi,
Az uyumanızı,
Az konuşmanızı,
(Büyük ve küçük günahlardan) kaçınmanızı,
(Ramazan orucu ve nafile) oruç tutmaya devam etmenizi,
Beş vakit namazı devamlı olarak kılmanızı,
(Her türlü) şehvetten kaçınmanızı,
Halkın eza ve cefasına (sabr edip) dayanmanızı,
Cahil ve sefihlerle düşüp kalkmamanızı,
Kerem sahibi (erdemli) kişilerle beraber olmanızı, onlarla düşüp kalkmanızı... tavsiye ederim.
Mevlânâ hazretleri Oğlu Sultan Veled'e şu öğütleri vermiştir.
Ey oğulcağızım!..
Daima ilim, edeb, takva üzere bulun,
Geçmiş din büyüklerinin eserlerini inceleyerek Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolundan ayrılmamayı kendine vazife edin,
Fıkıh ve hadîs oku, öğren,
Sakın cahil (ve kaba) sofulardan olma,
Farz namazları cemaatle kıl, lakin imam ve müezzin olma,
Şöhret isteme, şöhret âfettir, beladır.
Zamanımızda bazı kötü niyetliler Mevlânâ'yı yanlış tanıtıyor. Onun sahih itikadlı bir Ehl-i Sünnet Müslümanı olduğunu, beş vakit namazı kıldığını, nafile namaza ve oruca devam ettiğini, Peygamber ahlakıyla ahlaklı olduğunu, fıkha ve ahkam-ı şer'iyeye sımsıkı bağlı bulunduğunu, Şeriatın sınırları dışına çıkmadığını hiç söylemiyorlar, hiç anlatmıyorlar.
Dinsizler, bozuk düzenin meftunları, resmî ideolojiyi din gibi benimseyenler Mevlânâ'yı sömürüyorlar.
Hayır hayır, bu büyük zat onların anlattığı gibi değildir. O, menkabe kitaplarının açıkça anlattığı gibi sahih itikatlı, namazlı, abdestli, geceleri kaim, gündüzleri sâim bir velîdir, bir İslâm bilgesidir.
Mânevî aşk, mânevî şevk, mânevî neş'e ehlidir.
İtikatsız Mevlevîlik olmaz.
Namazsız abdestsiz Mevlevîlik olmaz.
Mevlevîlik ile dünya sevgisi, para pul aşkı, makam ve mevki ihtirası birlikte olmaz.
Mevlevî lâhut (yücelikler) aleminden aldığını yeryüzüne saçan kimsedir.
Ruhanî neş'e olmadan kuru mevlevîlik olmaz.
Mevlevîlikte sema vardır ama onun âdâbı erkanı vardır.
Hazreti Mevlânâ bu coğrafyanın velinimetlerindendir.
Şeriatsız, namazsız, abdestsiz, oruçsuz bir İslâm hümanizması veya ideolojisi türetmek isteyenlerin Mevlânâ'nın hatırasına gölge düşürmelerine izin vermemeliyiz.

lekalem@hotmail.com

Saadet Lideri ‘Mahmutpaşa Raporu’nu açıkladı
Esnafın kalbi durdu

Saadet Lideri Kurtulmuş, partisinin İstanbul İl Başkanlığı'nın Mahmutpaşa esnafıyla görüşerek hazırladığı raporu kamuoyuyla paylaştı. Yapılan çalışmayla Mahmutpaşa esnafının krizden oldukça kötü yönde etkilendiğinin anlaşıldığını aktaran Kurtulmuş, Mahmutpaşa esnafının yüzde 90.2'sinin işlerinin çok kötü ya da kötü olduğunu söylediğini bildirdi.


Türkiye'de 2010 yılı içerisinde 56.8 milyar TL iç borç faizi ödeneceğini söyleyen Saadet Lideri, "Mahmutpaşa'ya bir şey yok ama söz konusu olan büyük finansal kuruluşlar olduğu zaman, bankalar olduğu zaman oralara kesenin ağzını açmışlar. Ayrıca Sermaye Piyasaları Kurumu'nda bir daralma olduğu zaman Merkez Bankası oraya para aktaracak. Bu milletin parasını özerkleştirilmiş bir Merkez Bankası aracılığıyla uluslar arası para fonlarına pompaladın. Kimden geldi bu para; Mahmutpaşa esnafının yoktan sıkarak verdiği vergilerden geldi" şeklinde konuştu.
2002 krizinde esnafın daha zor durumda olduğunu ama yazar kasa eylemleri yapıldığını kaydeden Kurtulmuş, "Şimdi ise halkımız yönetenler için 'bunlar bizim uşaklar' deyip ses çıkarmıyor. Adalet "Haksızlık yapan 'bizim uşaklar' olunca susmak değildir" ifadelerini kullandı.
Saadet Partisi İstanbul İl Başkanlığı, geçtiğimiz günlerde İstanbul ekonomisinin can damarlarından biri olan Mahmutpaşa'da işletmesi olan esnafla görüşerek bir rapor hazırladı. Hazırlanan Raporu, Sirkeci Ottoman Otel'de Mahmutpaşa Esnafı ile paylaşan Kurtulmuş, yapılan çalışmayla Mahmutpaşa esnafının yaşanan ekonomik krizden oldukça kötü biçimde etkilendiğinin ortaya çıktığını belirtti. Kurtulmuş, 'Ekonomik kriz işinizi nasıl etkiledi' sorusuna Mahmutpaşa esnafının yüzde 41.6 çok kötü, yüzde 48.6 da kötü olarak cevap verdiğini belirtti.
Esnafın büyük çoğunluğunun borçlarının yasal takibe düştüğünün görüldüğünün altını çizen Saadet Lideri, "Bizim esnafımız edebinden, hayasından dolayı yasal takipte bile olsa borçlarımı vaktinde ödemiyorum diye zor der. Aslında borçlarını vaktinde ödemeyen insanların daha çok olduğu büyük ihtimaldir" şeklinde konuştu.
Mahmutpaşa esnafının gelecekten de umutsuz olduğunun görüldüğünü ifade eden Kurtulmuş şöyle konuştu: "Mahmutpaşa'da tekstilin ve esnafın durumu gelecekte ne şekilde değişir sorusuna yüzde 24.4 oranla çok kötü, yüzde 33.5 ile kötü, yüzde 31.5 ile de idare eder cevabı verdi."

Hükümet kriz yönetiminde başarısız oldu
Kurtulmuş yapılan çalışmayla, esnafın kriz yönetiminde etkin önlemler almakta başarılı bulmadığını sözlerine ekleyerek, "Esnafın yüzde 29.4'ü hükümeti kriz yönetiminde çok başarısız yüzde 28.4'ü de başarısız buluyor" dedi.
Mahmutpaşa esnafının yüzde 60'ının hükümeti başarısız bulduğunu kaydeden Kurtulmuş, "Büyük çoğunluk da Türkiye ekonomisinin hükümet tarafından değil IMF, ABD ve AB tarafından yönetildiğini düşünüyor. İşte makul çoğunluk dediğimiz bu. Belki AK Parti'ye oy vermiş ama doğruyu da görüyor. Siz isteğiniz kadar ekonominin iyi gittiği yönünde konferanslar verin, televizyonlarınızda her gün 20 saat bu güzel tabloları gösterin ama vatandaş 'hayır ekonomiyi hükümet yönetmiyor' diyor. Doğrusu da budur bizim kanaatimize göre 24 Ocak'tan gelen bir süreç var.
O günden beri Türkiye'nin ekonomisi küresel emperyalizme entegre edilmiştir. 12 Eylül darbesi de bunu mıntıka temizliğidir" ifadelerini kullandı.

Milletin parası uluslar arası fonlara pompalanıyor
Türkiye'de 2010 yılı içerisinde 56.8 milyar TL iç borç faizi ödeneceğini söyleyen Saadet Lideri, "Mahmutpaşa'ya bir şey yok ama söz konusu olan büyük finansal kuruluşlar olduğu zaman, bankalar olduğu zaman oralara kesenin ağzını açmışlar. Ayrıca Sermaye Piyasaları Kurumu'nda bir daralma olduğu zaman Merkez Bankası oraya para aktaracak. Bu milletin parasını özerkleştirilmiş bir Merkez Bankası aracılığıyla uluslararası para fonlarına pompaladın. Kimden geldi bu para; Mahmutpaşa esnafının yoktan sıkarak verdiği vergilerden geldi" şeklinde konuştu.
Ekonominin düzelmesi için önemli olanın model olduğunun altını çizen Kurtulmuş, "Hükümet bir model oluşturdu ve bu modelin adına da Dubai Modeli dedi. Sonrasında Singapur Modeli dedi. Dubai dediğimiz yer iki tane balıkçı köyünden oluşuyor. Bu modeller Türkiye'ye uymaz. İsteseniz de istemeseniz de Türkiye konumu gereği çok önemli güçleri olan bir ülkedir" dedi
Bülent Ecevit'in Başbakanlığı döneminde meydana gelen krizden esnafın daha kötü durumda olduğunu kaydeden Kurtulmuş, "Ama o günlerde Başbakan'ın ayaklarının dibine yazar kasa atıyorlardı. Şimdi ise esnaf daha perişan durumda ama "bunlar bizim uşaklar" diye bir şey demiyorlar. Adalet "bizim uşaklar" haksızlık yaptığı zaman susmak değildir" ifadelerini kullandı.

Düşük kur ekonomiyi batırır
Mahmutpaşa esnafının Çin mallarının piyasaya sürülmesinden büyük oranda etkilendiğinin bir kez daha anlaşıldığını da belirtti. Merkez Bankası'nın düşük kur politikasının ekonomiyi kötü yönde etkilediğini ifade eden Kurtulmuş, "Bu uygulamanın üretimi ne hale getirdiğinin önemli göstergelerinden birisidir. Maalesef sadece üretimi değil Mahmutpaşa gibi üretilenleri satan bir büyük esnaf kitlesini düşük kurla dışardan ucuz bir şekilde ithal edilen kalitesiz mallar ciddi şekilde etkilemiştir" dedi. Kurtulmuş, "Belediye, kaymakamlık, valilik gibi kurumlar sizin dertlerinizi dinledi mi sorusuna yüde 88.5 oranında hayır cevabı verildi. 'Sorunlarımızı dinlediler' diyen esnafımız ise yüzde 91.3 oranla 'sorunlarımızı çözmek için çalışma yapmadılar' cevabını verdiler" diye konuştu.

lekalem@hotmail.com

İnsan hayatı bu kadar ucuz mu?


Türkiye'mizde terör, trafik kazası, grizu patlaması, adi cinayet, şüpheli ölümler, kayıp çocuklar, intihar ve benzeri sebeplerle o kadar çok insan zayiatı oluyor ki, insan kendi kendine "Savaşta mıyız yoksa?" diye sormadan edemiyor.  Savaşta bile bu kadar zayiat olmaz herhalde, diye düşünüyorum. Bu olayların çoğunun tedbirsizlik ve ihmal sonucu olduğu konusunda açıklamalar yapılıyor, yazılar yazılıyor. Fakat, eski tas, eski hamam. Durumda ciddi bir değişiklik olduğuna şahit olmuyoruz. Peki, bu kadar ucuz mudur insan hayatı?
17 şehit verdiğimiz Aktütün Karakolu saldırısında, askerlerimizin kaldığı yerin yeteri kadar emniyetli olmadığı konuşuldu.
Aralık ayında, Bursa'da meydana gelen maden kazasında 19 kişi öldü. Basında, kaza mı, cinayet mi? tartışmasına şahit olduk. Tedbirsizlik ve ihmalden söz edildi. "19 kişinin ölümüne neden olan maden kazasında üç ihmal açıklandı." (Vatan,15.12.2009). Tedbir konusunda yetkililerden ikna edici bir açıklama gelmedi.  Basının çoğunluğu, reyting, tiraj ve reklam derdinde olduğu için, konunun üzerine çok fazla gidilemedi.
Basın, Münevver cinayetini bir yıl gündemde tutarken, 19 kişinin ihmal ve tedbirsizlik yüzünden ölümü 3-5 günde unutuldu. Sanki bunlar başka dünyanın insanları... Her insana, öncelikle "insan" olarak değer vermek gerekmez mi? Onlar da hepimiz gibi can taşıyor. Sevdikleri var, tepkileri var, duygu ve düşünceleri var. Sınıf ayrımı yapmak ne büyük duyarsızlık!.. Bursa'daki grizu patlamasından kurtulan bir madenci şöyle demişti: "Keşke ben de ölseydim. Ölenlere tazminat veriliyor. Böylelikle ailem yoksulluktan, ben de işsiz kalmaktan kurtulurdum." İşçisini bu derece bunaltan bir toplum iflah olur mu?
Diyarbakır'ın Lice ilçesinde, 14 yaşındaki Ceylan isimli kız çocuğu, koyunlarını otlatırken, nereden geldiği belli olmayan bir patlama sonucu cesedi parçalanmıştı da, her konuda ahkam kesen nice etkili ve yetkili kişi sessizliğe bürünmüştü. TV'lerin sessizliğini ise, anlamak mümkün olmadı. Halbuki bu çocuğun suçlusu kimse, bir an önce bulunup mahkeme önüne konulması gerekmez miydi? Münevver de, Ceylan da bizim çocuklarımız. Bu ülkenin kızları... Bu ayrım neden?
Bursa'daki grizu patlamasının benzeri, 23.02.2010'da Balıkesir'in Dursunbey ilçesine bağlı Odaköy Kömür Ocağı'nda yaşandı. 13 kişinin ölümüyle sonuçlanan bu olayda, yine aynı şikayetler: İhmal ve tedbirsizlik. Uzmanların ifadesine göre, maden ocağında, metan gazı ölçme aleti yoktu. Halbuki metan gazı miktarı artınca, madene hava verilmesi gerekiyordu. İşçiler bu yüzden öldü. Patlamada ölen İbrahim Saygılı'nın ağabeyi Mustafa, kardeşinin ölmeden önce şöyle dediğini nakletmişti: "Ağabey! Madende gaz kaçağı var. Çin malı malzemeler kullanılıyor." Maden Mühendisleri Odası Genel Başkanı Mehmet Tosun'un söyledikleri daha da ilginç: "Dursunbey'deki bu madenin riskli olduğunu rapor etmiştik. Bizzat bu raporu ben 2008'de dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler'e elden ilettim."
Dursunbey'deki patlamada çarpıcı bir olay daha yaşandı. 33 yaşındaki Maden Mühendisi Özgün Seçkin de patlamada ölmüş, cenazesini taşıyacak nakil aracı bulunamadığı için; cenaze bir taksinin bagajına konularak Denizli'nin Serinhisar ilçesine götürülmüştü. Canlı yayınla dünyaya duyurulan böyle bir olayda, devlet, mühendisine böyle mi davranır? İnsana bir eşya muamelesi yapmak da neyin nesi? İnsan hayatı bu kadar ucuz mudur?
Daha önce de, bir kaza sonrası TV'ye yansıyan bir haberde, ölenlerin cesetlerinin bir çimento torbası gibi, kol ve bacaklarından tutularak kamyonete konulduğuna şahit olmuştuk. Neler oluyor bize. Her gün insan hakları ve özgürlüklerden söz etmenin sonucu bu mu olmalı?
Daha nice örnekler... Uyuşturucu, alkol, fuhuş ve zinaya itilen çocuklar kademe kademe çürüme ve ölüme terk ediliyor. Toplum ciddi bir erozyon geçiriyor, yetkililer kendi dünyasında... Milli Eğitim, değerler eğitimi vermek ve öğrencilere ahlâki ve manevi duygular kazandırmaktan yoksun. Ana okulu çocuklarının gözleri önünde öğretmenleri, hem de bir başka öğretmen tarafından katlediliyor, yine sessizlik... Din Kültürü derslerinde verilenler, genel kültür malumatının ötesine geçemiyor. Uygulamalı din eğitiminden niçin kaçınılır bilmem ki... Gençler ve toplum manevi bir boşluk içinde.
Türkiye'deki insanlara, İslam dini doğru bir şekilde öğretilip helal-haram sınırları kavratılmadıkça problemlerin sona ermesi mümkün değildir. Bu yapılmazsa, kainatın özü ve bütün varlıkların en şereflisi olan insan bir eşya muamelesi görmeye devam eder. İnsanın kıymeti ancak İslam'ı iyi anlamakla bilinebilir.

lelalem@hotmail.com

Müslümanlara saygı

Müslümanlar arasında meşreb farklılıkları olması tabiîdir ve Ümmet için bir zenginlik kaynağıdır. Lakin usûlde, temellerde, iman temellerinde, Şeriat esaslarında, zaruriyat-ı diniyede farklılık ve değişiklik olmaz, onlar kesindir, müştereken kabul edilmelidir. Birkaç örnek vereyim:

1. İmanın kesin şartları, hükümleri, rükünlerinde meşreb farklılığı olamaz. Medrese hocası da, tekke şeyhi de, Nakşî de, Melâmî de, Mevlevî de, Nurcu da hepsi aynı çizgide olmalıdır.

2. Şeriatın emir ve yasakları da böyledir. Beş vakit namazı kılmak hususunda meşreb farkı geçerli olmaz. Herkes kılacaktır.

3. Şeriatın kesinlikle haram olduğunu bildirdiği bir şey, ben şu meşrebtenim, bu meşrebtenim denilerek irtikâb edilemez. Böyle bir yasak her meşrebten Müslüman için geçerlidir.

4. Muhtelefün fih mesailde böyle değildir. Geçerli fetvası ve ruhsatı varsa, isteyen o fetvayla amel edebilir.

5. İslâm'ın, Allah katında tek hak ve muteber din olduğu Kitab, Sünnet ve icmâ-i ümmet ile sâbittir.Bu konuda meşreb geçerli değildir. Hangi fıkıh mezhebine, tasavvuf tarikatına, hizmet ekolüne bağlı olursa olsun, bütün mü'minler bu konuda ittifak halinde olacaktır. Hiçbir mü'min, "Benim meşrebime göre üç ibrahimî din vardır, Resulullahı inkar ve tekzip de etseler bunların mensupları ehl-i necat ve ehl-i Cennettir" diyemez. Derse dinder çıkar.

6. Bütün mü'minler Allahü Teâlâ hazretlerinin kemal sıfatlarla sıfatlı olduğunu ve noksan sıfatlardan münezzeh bulunduğunu kabul ve tasdik eder.Benim meşrebim şöyledir böyledir diyerek hiçbir mü'min bu konuda tâviz veremez. Hiçbir mü'min Cenab-ı Hakk'a cihet, zaman, mekan, inmek, çıkmak, insanlar gibi eli ayağı olmak, gökte oturmak gibi Zat-ı uluhiyetine yakışmayan sıfatlar yakıştıramaz, müteşabihatı zahirî ve lügavî mânalarıyla açıklayamaz, yorumlayamaz.

Sünnet konusunda da böyledir. Hangi meşrebten olurlarsa olsunlar bütün mü'minler Sünnet'in, Kur'ândan sonra ikinci din kaynağı olduğunu kabul ve tasdik edip elden geldiği kadar ona uyacaklardır. Benim meşrebime göre İslâm'ın tek kaynağı Kur'ândır, ben sünneti kabul etmiyorum demek bâtıldır, sapıklıktır.

Yine, çeşitli meşreblere mensup bütün mü'minler icmâ-i ümmetin din hükümleri kaynağı olduğunu kabul etmekle mükelleftir.

Mevlana Celalüddin Rumî'nin, Şeyh Muhammed Bahaüddin Nakşibend'in, Muhyiddin Arabî'nin, Bediüzzaman Said Nursî'nin meşrebleri farklıdır ama hepsi de Ehl-i Sünnet akaidini kabul etmişlerdir, hepsi de beş vakit namazı dosdoğru kılmışlardır, Şeriatı fıkıh kitaplarında yazılı olduğu şekilde anlamış ve uygulamışlardır.

Bin çeşit tatlı vardır, hepsi tatlıdır ama aralarında fark vardır. Baklava, sütlaç, keşkül-i fukara, aşure, revani, kadayıf, tahin helvası, badem ezmesi, ceviz reçeli hep tatlıdır; aralarında lezzet, zevk, çeşnî farkı vardır.Bunlardan birini tuzla veya sirkeyle yaparsanız tatlı olmaktan çıkar.

Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya efendimizin risaletini, davetini, Kur'ânın ilahî vahiy ve kitab olduğunu, İslâm'ın hak din olduğunu inkâr, tekzib ve red edenlerin de ehl-i necat ve ehl-i Cennet olduğunu iddia etmek meşreb farklılığı değil, doğru yoldan büyük bir sapma, hattâ İslâm'ın sınırları dışına çıkmaktır.

Kur'ân-ı azimüşşanı tefsir etmek için gerekli ilme, icazete, ehliyete sahip olmayan bir mü'min, benim meşrebim şöyledir böyledir diyerek re'y ve heva ile tefsir yapamaz.

Hiçbir mü'min "Benim meşrebim şu mütevâtir ve sahih hadîsleri kabul etmeme mânidir" diyemez.

* Muteber ve güvenilir akaid kitaplarındaki kesin hükümler ve bilgiler,

* Fıkıh ve ilmihal kitaplarındaki kesin hükümler ve bilgiler,

* Kur'ân ve Sünnete dayanan kesin ahlak kuralları, Şeriatın iyi ve kötü dediği şeyler,

* İslâm'ın müttefakun aleyh ahkamı,

* Zaruriyat-ı diniye...

İşte bütün bunlarda meşreb farklılığı geçmez ve sökmez.

Namaz, Peygamber Efendimiz nasıl kılmışsa öyle kılınacaktır. Oruç tutulacaktır.

Zekat, fıkhın ve Şeriatın hükümlerine göre hükmî şahıslara verilecektir. Hiçbir mü'min zekat ile cami yaptırabilir, yahut zekat şu veya bu islâmî cemaate, hizbe, fırkaya verilebilir demek hakkına sahip değildir.

Ezan okununca, her meşrebten hür ve mukim Müslümanlar, arkasında namaz kılınabilecek bir imamı bulunan camiye giderler, saf tutar ve cemaatle namaz kılarlar. Bu cemaatin içinde kimler vardır? Ehl-i zâhir vardır, medrese hocaları ve talebeleri vardır, tasavvuf ehl-i vardır, Nakşî, Kadirî, Mevlevî, Cerrahî vardır, Risale-i Nur talebesi vardır, Süleyman efendi bağlısı vardır, Muhyiddin Arabî meşrebinde olan vardır, İbn Teymiyeci vardır. Namaz ve cemaat bunların hepsi için müşterektir.Meşreb farklılığı onları camide toplanmaktan alıkoymaz.

Tekrar ediyorum: Zaruriyat-ı diniyede, dinin usûlünde, muhkematta, kesin farzlarda ve haramlarda, mütevatir ve sahih hadîslerle müeyyed Sünnet ahkamında meşreb çeşitliliği ve farklılığı geçmez ve sökmez.

Riba kesinlikle haramdır. Münkiri kafir ve mürted olur.

Tesettür farzdır.

Namaz farzdır.

Hür ve mukim erkeklerin, yirmi kadar şer'î özür dışında farz namazları cemaat ile kılmaları gerekir. Bazı mezheplerde cemaat farzdır. Hanefilikte sabah namazının sünnetinden daha kuvvetli bir sünnet-i müekkede olup şer'î özürsüz terki caiz değildir.

Resulullah efendimiz bütün insanlara Peygamber olarak gönderilmiştir ve öncelikle Yahudiler ve Nasranîleri Tevhid'e ve İslâm'a çağırmıştır.

Kendisine İslâm daveti ulaşıp da bunu red, inkâr ve tekzib edenler ehl-i necat ve ehl-i cennet değildir.

Müslümanların küfür ehlini velî ve dost edinmeleri yasaktır, haramdır.

* (İkinci yazı)

YANILIYOR MUYUM ACABA?
Kul hatâsız olmaz... Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz. "Şahsî fikir ve görüşlerimde hep ben haklıyım, ötekiler hep haksızdır" demek ne büyük yanlıştır.

İnsan melek değil ki, onda hatâ, nisyan, günah, kusur, ayıp olmasın... Aklı olan kişi, kendi şahsî günah ve ayıplarını düşünmekten dolayı başkalarınınkini göremez.

Ameller niyetlere göredir. Allah rızası için din hizmeti yapanla dünyalık edinmek, para kazanmak için hizmet yapar görünenin hizmetleri bir olur mu hiç.

Kaybettiği bir yakını için yürekten ağlayan kadın ile para karşılığı yalancıktan ağlayıveren profesyonel ağlayıcının gözyaşları bir midir?

Müslüman sadece, üzerinde ittifak olan zaruriyat-ı diniye konusunda yanılmaz. Namaz günde beş vakittir, kılınmalıdır diyenin yanılma ihtimali yoktur.

Allah kemal sıfatlarla sıfatlıdır ve noksan sıfatlardan münezzehtir diyen de yanılmamıştır.

Şazz, garip, tutulmamış bir fetvayı esas alan yanılmıştır; cumhur-i ulemanın görüş ve re'ylerini kabul eden yanılmamıştır.

Kur'ânı kendi re'y ve hevası ile tefsir eden yanılır, bazen küfre düşer. Cumhur-i müfessirîne tâbi olan yanılmaz.

Mason ve taqiyyeci Afganîyi, onun tilmizi Abduh'u, onun şakirdi Reşid Rıza'yı din önderi edinen yanılmaya mahkumdur. Onların kılavuzluğu doğru yolda yürütmez.

Ehl-i Sünnet ve Cemaat alimlerini, fakihlerini bırakıp da reformcu, yenilikçi, değişimci, kimisi Fazlurrahmancı, BOP'çu, şucu bucu ilahiyatçıların peşinden giden bol bol yanılır, yanıltır, ekinini ateşe verir.

İstanbul müftüsü dersiamdan Erzurumlu Ömer Nasuhi Bilmen'e tâbi olan yanılmaz. Ezherî Ahmed Davudoğluna tâbi olan yanılmaz. İcazetli ve muttaki ulemaya, fukahaya, müftülere tâbi olan şaşmaz.

Müctehid olmadığı halde ictihad yapan ilahiyatçıya tâbi olan yoldan çıkar.

Sünnî Müslüman olup da, Ehl-i Sünnet'e aykırı fikir ve görüş sahipleri yanılmıştır.

Bazıları parasız yanılır, bazıları parayla yanılır.

Tasavvuf ve tarikat Müslümanları, sûfiler müşriktir, kafirdir diyenler korkunç bir yanılgı içindedir. Bu sözleri onları küfre düşürür.

Hz.Muhammed'i, Kur'ânı, İslâm'ı inkar eden kafirler de kurtuluş ehlidir, onlar da Cennet'e girecektir diyenler ölümcül bir yanılgı içindedir.

Ben kusurlu, günahkar bir Müslümanım diyen doğru söylemiştir, ben kusursuz bir Müslümanım, ben çok doğruyum, ben çok ihlaslıyım diyen Müslüman yalan söylemiştir.

İhlası giderenlerin birincisi "Ben ihlaslıyım" sözüdür.

En korkunç gurur ve kibir tevâzu perdesi ardında saklanandır.

Taylasan sarığı ile gururlanıp kibirlenenler, bir sünneti yaparken bir haramı irtikab etmiş olur.

Ashab-ı Kiram, Peygamberin kendisi için ayağa kalkılmasını sevmediğini bildiklerinden, o gelince ayağa kalkmazlar imiş. Bir de şu küçük gurur sahiplerine bakınız.

Şu Müslüman adamların anlattıklarına bakınız: Tansu Çiller... Mesut Yılmaz... Demirel... General Filan, Amiral Falan... O manken, şu manken... O futbolcu, bu futbolcu... Türkücü, şarkıcı... Balık tutan kedi, konuşan kuş, dans eden tavşan... Be mübarekler, Müslümanları İslâm'ın öğretilerine göre halkı bilgilendirip uyarsanıza!..

Şu İslâmcı niçin mala, mülke, servete doymuyor? Gelecek yedi kuşak torunlarına yetecek servet yığmış hâlâ daha diyor.

Yahu ben bu satırları niçin yazıyorum? Yanılıyor muyum acaba? Yazmasam mı?

lekalem düzgün

Dünya Milli Görüş'e muhtaç

den birisi olarak düzenlenen ve Berlin'de gerçekleştirilen program muhteşem bir atmosferde yapıldı. Milli Görüş Lideri'ni bağrına basan Berlinliler Gloria Event Salonu'nu doldurdu, dışarıda da izdiham yaşandı.
Toplantıda konuşan Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan, sadece Türkiye'de değil, tüm dünyadaki insanların saadeti için çalıştıklarını belirterek "Milli Görüş köleliğe, sömürüye karşı çıkmak, kula kulluğa karşı çıkmak, hakkı üstün tutmaktır. Milletimizin öz benliğine, kendisine dönme hareketidir. Milli Görüş Hareketi'nin bir tarifi de yeni bir dünyanın kurulması olayıdır" dedi.
Onur konuğu olarak Erbakan'ın yer aldığı toplantıya Türkiye'den Saadet Partisi GİK üyeleri eski İçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk, Adalet eski Bakanı Şevket Kazan ve Yakup Budak da katıldı. Programda ev sahipliğini IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan, Genel Sekreter Oğuz Üçüncü, Genel Merkez İcra Üyeleri, Berlin Bölge Başkanı Siyami Öztürk yaptı.
Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan, 40. Yıl etkinlikleri kapsamında geldiği Berlin'de düzenlenen kapalı salon toplantısında "Milli Görüş hareketinin yeni bir adil dünya kurulmasının başlangıcı olduğunu" söyledi. Milli Görüş hareketinin, milletin aslına dönme hareketi olduğunu belirten Erbakan, Sadece Türkiye'de değil, tüm dünyadaki insanların saadeti için çaba harcadıklarını söyledi. 40'ıncı yıl etkinliklerinin Berlin ayağı muhteşem oldu. Gloria Event Salonu'nda gerçekleştirilen şölene binlerce vatandaş katılırken, salona sığmayanlar yüzünden dışarıda da izdiham yaşandı.

Berlin'de büyük heyecan
IGMG tarafından düzenlenen programın onur konuğu 54. Hükümetin Başbakanı ve Milli Görüş lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan oldu. Kur'an-ı Kerim tilaveti ile başlayan programda açılış konuşmasını IGMG Berlin Bölge Başkanı Siyami Öztürk yaptı. Öztürk, "Hocam salonumuza şeref verdiniz" dedi.  IGMG Genel Sekreteri Oğuz Üçüncü ise, IGMG'nin Almanya'da düzenlenecek İslam konferansına katılmayacağına karar verdiklerini belirterek "3 senedir gelen bütün dayatmaları reddettik. Müslümanları aşağılayan, hor gören zihniyeti reddettik. Anayasal zeminin dışında hiç bir mutakabata varmadık. Olması gerekenleri teklif ettik ve dışlandık! Bu toplumun içinde eşit olarak yerimizi almak istiyoruz. Misafirlik geride kaldı" şeklinde konuştu.
IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Kaahan'ın çalışmaları hakkındaki bilgilendirmesinden sonra salonda heyecan zirveye çıktı. "Mücahit Erbakan" sloganları ile Erbakan'ı bağırlarına basan Berlinliler, Gloria Event Salonu'nun tarihi bir geceye ev sahipliği yapmasına vesile oldu.

Erbakan: Asrın en büyük olayı
Büyük bir coşku ile konuşmasına başlayan Necmettin Erbakan, Milli Görüş Hareketi'nin asrın en büyük olayı olduğunu anlatarak, "Yazmakta olduğumuz tarihe yeni altın sayfalar ilave etmek üzere toplandık. Bu toplantıyı bundan sonra yapacağımız büyük hizmetlerde Allah'ın yardımını dilemek için yapıyoruz. Allah bu toplantımızı en büyük zaferlere, iki cihan saadetine vesile kılsın" dedi. Erbakan, Milli Görüş hareketinin, milletin aslına dönme hareketi olduğunu belirterek, "Milli Görüş hareketi yeni bir dünya kurulmasının başlangıcıdır" dedi. Sadece Türkiye'de değil, tüm dünyadaki insanların saadeti için çaba harcamak istediklerini ifade eden Erbakan, İslamiyet'in ve Müslümanlığın iyi anlaşılması gerektiğini, Cihad'ın kelime anlamının sürekli çalışmak anlamına geldiğini, kendilerinin de insanların saadeti için çalıştığını kaydetti.

Milli Görüş, Milletimizin kendisidir
Milli Görüş'ün 40 yıllık tarihinden sözeden Necmettin Erbakan, daha sonra Mili Görüş'ün ne olduğunu şöyle açıkladı: "Milli Görüş nedir, size 6 ayrı tarifini yapacağım. Ama bu tariflerin hepsi aynı kapıya açılıyor. Milli Görüş demek; Malazgirt, Kosova, Niğbolu, İstanbul, Galiçya, Çanakkale, Sakarya, Kıbrıs demek. Sultan Fatih, Seyit Çavuş, Sütçü İmam demek.
Milli Görüş, milletimizin inancıdır, tarihidir, kimliğidir ve kendisidir. Milli Görüş demek, İstiklal Savaşını yapan görüş demek. Milli Görüş demek, Sultan Alparslan, Sultan Fatih'in görüşü demek. Sultan Fatih, Sultan Alparslan ne solcu, ne sağcı, ne liberaldi. Neydi? Milli Görüşçüydü. Kapitalizm, komünizmin ikiz kardeşidir. İkisi de ezen ve ezilen düzenidir. Aralarında küçük bir fark vardır. Birisinde ezen devlettir, diğerinde küçük bir emperyalist zümredir.
Komünizm 80 sene insanlığa zulmetti ve yaşayamadı, yok oldu gitti. 1990 yılında komünizm iflas edip Sovyetler dağılıp, tek kutuplu dünya meydana gelince kapitalizm kaldı. 1990'dan sonra insanlar ikiye ayrıldı; ya Milli Görüşçü ya da emperyalizm işbirlikçisi. Bütün bu manalar netice itibariyle aynı kapıya çıkar.
Milli Görüş köleliğe, sömürüye karşı çıkmak, kula kulluğa karşı çıkmak, hakkı üstün tutmaktır. Milletimizin öz benliğine, kendisine dönme hareketidir. Milli Görüş Hareketi'nin bir tarifi de yeni bir dünyanın kurulması olayıdır."

Erbakan: Asrın en büyük olayı
Büyük bir coşku ile konuşmasına başlayan Necmettin Erbakan, Milli Görüş Hareketi'nin asrın en büyük olayı olduğunu anlatarak, "Yazmakta olduğumuz tarihe yeni altın sayfalar ilave etmek üzere toplandık. Bu toplantıyı bundan sonra yapacağımız büyük hizmetlerde Allah'ın yardımını dilemek için yapıyoruz" dedi.

"Birliğimizi bozamazlar"
IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan, Müslümanların Almanya'da geçen 50 yıl içinde büyük zorluklar yaşadığını belirterek, sonuçta birlik ve beraberlik içinde başarılı olduğunu ve bugün Avrupa'nın önemli bir parçası haline geldiğini söyledi. Müslümanları sürekli önlemeye çalışanların olduğunu, Alman Anayasayı Koruma Dairesi'nin kendilerini yıllardan beri izlemesine rağmen hiçbir suç unsuru bulamadığını ifade eden Karahan, "Eğer Müslüman bir toplum oluşturma çabası bir suç ise biz bunu yapmaya devam edeceğiz" diye konuştu.

Kürsü sahibinin
Yakup Budak'ın kısa selamlama konuşmasından sonra Oğuzhan Asiltürk, "Biliyorum ki buraya Erbakan hocamızı dinlemeye geldiniz" diyerek sözlerini tamamladı. Şevket Kazan'a, Milli Görüş davasına hizmet edenlere teşekkür etti ve bugün bu davanın ulu bir çınar haline geldiğini söyledi.

lekalem@hotmail.com

Evlilikte dört iradenin önemi!

Sağlıklı ve kalıcı bir evlilik için sağlam bir 'irade gücü'nün olması evliliğin temel şartlarından biri sayılıyor. İrade dediğimiz duygu, insan hayatındaki evreleri kontrol altında tutan bir 'güç'tür.  Bu gücü bilinçli kullananlar, başarılı olurlar. Başarısız insanlar, asla mutlu olamazlar.  Başarılı bir evlilik için de irade gücünün, 'nerede' ve 'nasıl' kullanılacağı iyi bilinmeli.  İngiliz şairi John Milton, evlilikle ilgili bir yazısında; 'İradesi kuvvetli olanlar; zor şartlarda bile olsalar, mutluluğa ulaşabilirler' diyor.
İradenin anlamı; Bir şeyi istemek ve doğru karar vermektir. Bu açıdan evlilik öncesinde, eşler birbirlerini gerçekten isteyip istemedikleri hususunda, sağlıklı kararlar verebilmeleri için, irade güçlerini açık ve net olarak ortaya koymalıdırlar.

Birinci irade
Birinci irade gücü, evlenecek erkeğin karar vermedeki iradesidir. Evlilikte erkek, 'talep eden kişi' olduğundan birinci irade, önce erkek tarafından ortaya konulmalı.  Bunun için de erkek, evlenip evlenmeme hususundaki iradesini, hiç kimsenin etkisi altında kalmadan özgürce verebilmeli. Sonraki evrelerde ise, evleneceği bayan hakkındaki diğer kararlarını,  aynı şekilde ortaya koymalıdır. Bu durum, evlenecek eşler arasında, olması gereken birinci derecedeki irade gücüdür.

İkinci irade
Erkek için söylediğimiz birinci güç, aynı şekilde evlenecek kız için de geçerlidir.
Ancak, evlenecek kız 'talep edilen kişi' konumunda olduğundan, erkeğin karar vermedeki irade gücü önce gelmektedir. Burada önemli olan,  duyguların etkisinde kalmadan,  aklı ve iradeyi kullanarak özgür irade gücünü ortaya koyabilmektir. Kadın ve erkeğin irade güçleri, 'ikisinin gücü'nü ortaya koymaktadır. Bu iki irade sayesinde eşler, tüm zorlukların üstesinden gelebilme güçlerini elde etmiş olacaklardır.

Üçüncü irade
Üçüncü irade gücü, erkek tarafının, anne ve babasının rızasını ortaya koyan güçtür. Evlenecek erkeğin ailesinin rızası, hem maddî hem de manevî yönden büyük önem taşıyor. Anne ve babanın rızasını almadan evlenmeye kalkanlar, gelecekte en çok ihtiyaçları olan anne-baba desteklerini kaybederler.

Dördüncü irade
Dördüncü irade gücü de, kız tarafının anne babasının rızasını ortaya koyan, bir güçtür. Bu irade zincirleri, evlilik bağının birer halkalarıdır. Halkalardan biri eksik olursa, evlilik kurumunun ana direkleri sağlam zemine oturmamış olur.
Biz bu iradelerden uzak dursak bile, bunlar zincirin halkaları gibi birbirlerine bağlı olduklarından, istesek de istemesek de,  evliliği olumlu veya olumsuz yönde etkilerler.
Anlatmaya çalıştığımız bu dört irade, evliliğin temel ve sağlam direkleridir. Temel direkleri besleyen yan direkler konumunda olan akrabaların, arkadaşların ve komşuların görüşlerini almak, evliliği daha da güçlendirecektir.

'Ben' yerine 'biz' olmaya hazır mısınız?
Bilinen bir atasözünü, evliliğe uyarlayacak olursak, "Evlenmeden önce bir genç, her şeyi keser gibi kendine yontar. Evlendikten sonra ise, testere gibi bir kendine bir eşine yarayacak şekilde ayarlar."  Bu anlayışla yapılan evlilikler, uzun ömürlü ve sağlıklı olur.
Evlenip, mutlu bir yuva kurmayı düşünüyorsunuz. Hayatınızı, birikimlerinizi, alışkanlıklarınızı, evinizi, ekmeğinizi, yatağınızı, zevklerinizi, duygularınızı, inançlarınızı eş olarak seçeceğiniz insanla paylaşmaya hazır mısınız?
Evleninceye kadar, hep kendiniz için çalıştınız. Bütün enerjinizi, emeğinizi kendiniz için harcadınız.  Ne yaptıysanız, hep kendiniz için yaptınız. Şimdi evlilik çağına geldiniz. Kendinize bir eş seçeceksiniz.  Bekârlık hayatından, evlilik hayatına geçmeye hazır mısınız?  "ben" yerine, "biz" olma olgunluğuna geldiniz mi? Eşiniz olacak insanla hayatı, yani ortak yaşamı paylaşmaya hazır mısınız? Cevabınız  "evet" ise, okumaya devam edebilirsiniz.

Paylaşma olgunluğuna ulaşmak
Paylaşma olgunluğu "özveri" ile olur. Özveri becerisini gösterebilen insanlar, evlilik hayatlarında mutlu olurlar. Hayatlarını, varlıklarını, zamanlarını hatta canlarını dahi vermeye hazır olan eşler, arzu edilen ve hedeflenen evliliği yapmış olurlar. Maddî ve manevî varlıklarını karşılık beklemeden paylaşan eşler,  çok şey kazanırlar. Şeyh Sadi Şirazî'nin dediği gibi: "Bir mum, diğer bir mumu tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez"
Biz de diyoruz ki, eşler birbirlerine karşı maddî-manevî varlıklarını vermekle bir şey kaybetmezler, aksine çok şey kazanırlar. "Özveri ve paylaşma" becerisi yalnız mutlu bir evlilik için değil, hayatın her alanında gerekli, özellikle, çiftler arasındaki yeri çok ayrıdır.
Başarılı olmuş insanların hayatlarını incelediğimizde, ömürlerinin büyük bir kısmını "özveri" ile geçirdiklerini görürüz. Başarıyı yakalayabilmek için karşılık beklemeden zamanlarını vermişler, emeklerini sergilemişler, fedakârlıklarını ortaya koymuşlar, belki de ömürlerinin en verimli çağlarını harcamışlar. Hedeflerine ulaştıktan sonra da, bu fedakârlıklarının karşılıklarını elbette görmüşlerdir.
Burada anlatmaya çalıştığımız, uzun ömürlü ve sağlıklı bir evlilik için "özveriyi ve paylaşmayı" içimize sindirebilme gücünü ortaya koyabilmektir. Üstad Necip Fazıl Kısakürek: "Elde ettiklerinizle kazanır gibi görünürsünüz ama başkalarıyla paylaşmadıkça hayrını göremezsiniz." diyor.
Anlatmak istediğimizi bir cümleyle özetleyecek olursak; mutlu bir yuva kurmak isteyen, önce özveriyi, sonra da paylaşmayı içine sindirmelidir.

İki şahit yeterli
İki nişanlı mehtaplı bir gecede birbirlerine iltifatlar ederler.
Delikanlı;
Seni deliler gibi sevdiğime gökteki yıldızlar şahittir.
Genç kız umursamaz bir tavırla:
Bu kadar şahide gerek yok,  evlenmemiz için iki şahit yeterlidir
.

lekalem@hotmail.com

Fakirlik üreten büyüme!

Geçen hafta 2009 büyüme rakamları açıklandı. Ancak gösterilen tepkilere bakılırsa sanki Türkiye'nin geçen yıl çok iyi büyüdüğünü falan düşünebilirsiniz. Peki, ne oldu derseniz, Türkiye ekonomisi beklentilerin tam aksine yüzde 4,7 daralma yaşadı. 2009'un tamamı için ekonomideki küçülme hedefi orta vadeli programla yüzde 6 olarak belirlenmişti. Son tahminler ise küçülmenin yüzde 5,2 seviyesinde olacağı yönündeydi. Sonuç, yüzde 4,7 küçülme çıkınca derin bir "oh !..." çekildi. Son 10 yıllık süreçte ülke ekonomisi en yüksek büyümeyi, yüzde 9,4 ile 2004 yılında yaşadı. 2005'te yüzde 8,4, 2006'da yüzde 6,9, 2007'de yüzde 4,7 büyüme gösteren ülke ekonomisinde, küresel krizin etkilerinin hissedilmeye başlandığı 2008'in son çeyreğinde bozulma işaretleri gözlendi ve yıl toplamında büyüme yüzde 0,7'de kaldı. 2009'un ilk çeyreğinde ise 1929 krizinden bu yana görülmemiş bir daralma yaşandı. Ekonomi yüzde 14.5 küçüldü. İşsizlik yüzde 13'lere çıktı.
Şimdi ekonomi çevrelerinde bu yüzde 4,7'lik daralma yüksek mi, değil mi tartışmaları yapılıyor. Fakat yapılan yorumlarda hiç kimse bir ekonominin yüzde 4,7 oranında küçülmesinin, o toplumun yani halkın fakirleştiğinin göstergesi olduğunu görmüyor ya da göstermek istemiyor. Bu ürkütücü tablo karşısında iktidar sahipleri de, rakamları evirip çevirip başarı masalına döndürüyor. Oysa 4.7'lik daralma "unutulmayacak" bir rakam. 2001 krizindeki 5.7'lik tarihi daralmaya hayli yaklaşıyor. Bu krizle geçen kriz arasında sadece yüzde 1'lik bir fark var. Üstelik geçen krizde toparlanma çok daha güçlü olmuştu. O dönemde ihracat artışı ekonomiyi toparlama eğilimi gösterirken, bu kez ihracat yavaş seyretti ve kur etkisi de sınırlı kaldı. Diğer taraftan 2009 krizinin daha kısa sürdüğü de düşünülebilir. Çünkü 2001 yılında tüketim çok daha fazla daraldı ve tam bir yıl sürdü. Fakat 2009'da tüketim daralması 3 çeyrek sürdü. 2010 yılında ise bu daha uzun oldu. Ekonomi bu nedenle tam 4 çeyrek daraldı. Kaldı ki, 2010 yılında en iyimser büyüme beklentisi yüzde 5 kadar. Oysa 2001 krizinden sonra 2002 yılında büyüme yüzde 6,2 olmuştu.
2009'un son çeyreğindeki büyüme oranı da yüzde 6 olarak açıklandı. Nasıl oldu da yüzde 6 büyüme oldu ? Mustafa Sönmez, bunun son çeyreğin baz etkisi ile ilgili olduğunu söylüyor. Zaten TÜİK'te, milli gelir rakamlarını revize ederken, 2008'in son çeyreğinin küçülmesinin yüzde 7 olduğunu bildirmişti. Oysa düne kadar biz bunu yüzde 6,5 biliyorduk. Yine TÜİK, 2008 küçülmesinin yüzde 0,7 olduğunu açıkladı. Oysa, düne kadar biz bunu da yüzde 0,9 biliyorduk. Bu revizyonlardan dolayı hem 2009 küçülmesi hem de son çeyreğin verisi bir düzelme yaptı.
Tabii bütün bunlar Türkiye İstatistik Kurumu TÜİK'in rakamları. Bu rakamlara inanacak olsak, Türkiye'nin güllük gülistanlık olması gerekirdi. Ancak Prof. Osman Altuğ'un şu değerlendirmesi resmi ortaya koyuyor: "Türkiye ekonomisi, kayıt dışı bir ekonomi... Alış-satış, gelir-gider, borç-alacak, envanter belli değil. Bu yapıda sağlıklı olarak milli gelir hesapları yapılamaz. Kişi başına düşen milli gelir hesapları eskiden olduğu gibi bugün de gerçeği yansıtmıyor. Hem büyüyoruz hem işsizlik artıyor. Tamamen bir çelişki var."
Evet, Altuğ'un dediği gibi resme toplu olarak baktığımızda, aslında bu krizin daha uzun ve daha büyük sarsıntıyla geçtiği ortaya çıkmaktadır. Ayrıca 2009 yılında rekor daralma ilk çeyrekte yüzde 14.5'ti. Oysa 2001 yılındaki böyle rekor daralma yüzde 9.8'de kalmıştı. Dolayısıyla, 2009 yılında daha keskin bir ekonomik durgunluk yaşandığı da ortada.  Dolayısıyla, Mustafa Sönmez'in de tespitiyle yüzde 4,7 daralma vahimdir; net bir yoksullaşmadır. Çünkü yoksullaşmanın boyutlarını kişi başına geliri dolar olarak hesaplayıp ifade ettiğimizde görünen şudur: 2002 yılında 3 bin 517 dolar düzeyinde bulunan kişi başına düşen gelir, Türk lirasının büyük ölçüde değerlenmesinin de etkisiyle 2008 yılında 10 bin 436 dolara kadar yükselmişti. Ancak 2009 yılında kişi başına düşen gelir 8 bin 590 dolara kadar geriledi . Bu, 1.846 dolarlık bir yoksullaşmadır.
Öte yandan unutulan bir gerçek daha var; o da yeni bir büyüme ivmesi yakalansa bile, bu büyüme, yeniden dış açık ve dolayısıyla cari açık verilerek yapılıyor. Son çeyrekteki yüzde 6'lık büyüme de, sıcak para, dış borç ve dış açığa dayalı... Yani araba yoldan çıkana kadar bir müddet böyle saman alevi gibi büyüyeceğiz. Dışarıdan yine değirmenin suyu akıyor. Zaten rakamlarda bunu teyid ediyor: 2010'un ilk 2 ayında ihracat , 2009'un aynı dönemine göre değişmemiş; 16 milyar dolar; ama ithalat 18 milyar dolardan 23 milyar dolara çıkmış. Yani hemen ilk 2 ayda 5 milyar dolarlık bir dış açık ortaya çıkmış.
Ve gelelim işsizliğe. İşin aslında en önemli tarafı da bu. Malumunuz, 2001 krizi toplumun tümü tarafından paylaşılmıştı. Bu nedenle sesi duyulan varlıklılar krizi abartmıştı. 2009 yılında ise krizin tüm yükü yoksullara bindi. İşsizlik en fazla bu krizde arttı. 2001'de işsizlik yüzde 6.9'dan 2002 yılında yüzde 9.6'ya çıktı. Bu krizde ise 2008'de yüzde 11'den 2009'da yüzde 14'e çıktı. Kısacası, kabul etsinler ya da etmesinler bu kriz 2001 krizinden beter çıktı. Saadet Lideri Numan Kurtulmuş'un da MÜSİAD Genel Kurulu'nda ısrarla altını çizdiği gibi, Türkiye, büyüse de küçülse de işsizlik arttı. Fakirlik bir üreten bir büyüme söz konusu oldu.
Ne var ki, işsizlik artarken hükümet bunu seyrediyor. Bundan sonrası için de hiçbir önlemi almaya niyet bile göstermiyor. Hatta bunu itiraf bile ederek ümitsizliği iyice artıyor. Ve bilmem dikkat ediyormusunuz; ne Başbakan'dan ne de ilgili bakanlardan işsizlik konusunda bir açıklama gelmiyor.


Devletin Milleti Olmaz, Milletin Devleti Olur!   lekalem düzgün

Saadet Partisi'nin Anayasa teklifini gençlerle paylaşan Saadet Lideri Kurtulmuş, Anayasa'nın tümünün değiştirilmesi önerisini yineledi.
 
 
Genel Başkanımız Prof. Dr. Numan Kurtulmuş, Tekirdağ Genç Girişimciler ve Yöneticiler Derneği’nin davetlisi olarak Tekirdağ Siyaset Günleri programında bir konferans verdi. Tekirdağ’da yaklaşık beş yüz araçlık bir konvoyla karşılanan Kurtulmuş, otobüsle şehir turu atarak Tekirdağ halkını selamladı. Tekirdağ Valiliği Konferans Salonu’nda yapılan konferansı Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcı Akif Gürdoğan, Saadet Partisi GİK Üyesi Remzi Çakır, Saadet Partisi GİK Üyesi ve İstanbul İl Başkanı Erol Erdoğan, Saadet Partisi Tekirdağ İl Başkanı Eyüp Kanar ile beraber çok sayıda Tekirdağlı izledi.
 
Konuşmasında Türkiye’nin temel meselelerinden birinin, yeni anayasa ekseninde yapılan tartışmalar olduğunu söyleyen Kurtulmuş, temel sıkıntılar var ve bu sıkıntıların giderilmesi için neler yapılması gerekir diye düşünmek yerine, çatışma üzerine siyaset kuran iktidar ve muhalefet partileri olduğunu belirtti. Son 8 yılda meclisteki partilerin sıkıntılara ortaklaşa çözüm üretemediğinin altını çizen Saadet Lideri Kurtulmuş, “Demokratik Açılım, Ergenekon, darbe planları, suikast ve kozmik oda tartışmaları gibi hemen her konuda kavga çıkarmayı bilmiş, çözüme ulaşmayı başaramamış bir parlamentoyla karşı karşıyayız. Ve bunda meclisteki bütün partiler rol oynadı. Kimsenin bu milletin vaktini heba etmeye hakkı yok” dedi.
 
12 Eylül’ün siyasi atmosferi bitirilsin
Konuşması sık sık alkışlarla kesilen Kurtulmuş, Saadet Partisi’nin sözünü sakınmadan, memleketin hayrına olan her şeyi açık yüreklilikle söylediğini ifade ederek, son anayasa tartışmalarında da hükümet yetkililerine çözüm önerilerini bir dosya halinde verdiklerini hatırlattı. “Bugün Türkiye anayasada değişiklikleregidiyor ama birkaç sene sonra bu 12 Eylül darbe anayasasını topyekûn değiştirmek zorunda kalacak” diyen Kurtulmuş, anayasa tartışmalarının arkasındaki esas sorunun Türkiye’nin siyasi ve ekonomik sisteminin millet egemenliğine tam anlamıyla açılması olduğunu söyledi. Ülkelerin demokrat veya otoriter bir rejime sahip olup olmadığını anayasalarla da açığa çıktığını belirten Kurtulmuş, “Türkiye’nin esas meselesi Anayasa, Meclis İç Tüzüğü, Siyasi Partiler Yasası ve Seçim Yasası gibi hukuk metinlerinin 1960 ihtilalından bu yana gelen askeri darbelerin getirdiği totaliter bir anlayışla yapılmış olmasıdır. Özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbesi ve 1982 anayasasıyla oluşan siyasi atmosfer içerisinde bu metinler yazılmıştır” şeklinde konuştu.
 
Bina depremden zarar gördü. Güçlendirme şart
Türkiye’nin birçok bölge ülkesine kıyasla ileri bir noktada olduğunun, fakat adı demokrasi olsa da nitelik itibariyle bürokratik oligarşi olan bir siyasal sistemle karşı karşıya kalındığının altını çizen Saadet Lideri Prof. Dr. Numan Kurtulmuş, “Seçilmemiş, millete hesap vermeyen, denetlenmeyen bir sisteme sahibiz. Türkiye’nin yapması gereken asıl mesele sadece anayasada rötuşlar yapmak değil, bütünüyle, millet adına değiştirileceği bir sürece girmektir” ifadelerini kullandı. Takdir edilecek adımların da atıldığını ifade eden Kurtulmuş, “Ama bu bina depremden zarar görmüş, kuvvetlendirme çalışmasına ihtiyacı varken penceresini sarıya boyasanız ne olur, beyaza boyasanız ne olur. Umulur ki parlamentoda bu anayasa değişikliği bütün eksikliğine rağmen geçer. Geçmezse referandumda milletin lehine olan her değişikliğe olumlu oy vereceğiz” dedi.
 
Anayasanın totaliter ruhu devam ediyor
Türkiye’de, siyasi ve iktisadi elitlerin ‘bu millet kendi kendisini yönetmeyi beceremez’ diye düşündüklerini aktaran Kurtulmuş şöyle konuştu: “Soru şöyle sorulmalı: Bu topraklarda yaşayan insanlar bu topraklarda ev sahibi midir, yoksa kiracı mıdır? Tanzimat’tan beri bu memleketi bu millete ‘siz ev sahibi değil kiracısınız’ diyorlar. Yapılan anayasaları da kira kontratı diye önümüze sürüyorlar. Gönül isterdi ki bütün partiler otursunlar benim-senin anayasan değil Türkiye’nin anayasasını ortaya koysunlar. Bu meclis bu milletin anayasasını yapmayı başaramazsa Saadet Partili bir meclis bunu yapmayı başaracaktır.” Kurtulmuş, anayasa değişikliklerinin tek tek halkoylamasına sunulması gerektiğini yineleyerek, “Bu millet sizi seçerken oy vermeyi biliyordu, referandumda anayasa değişikliğini oylarken oy vermeyi bilmeyecek mi? Millete güvenin bu millet kendi anayasasını yapar. Türkiye bu noktaya kısa sürede gelecek” şeklinde konuştu. 12 Eylül anayasasının çok kez değiştirildiğini söyleyen Kurtulmuş, hükümetin ise daha büyük bir yama yaptığını söyleyerek, “Anayasa yamanmış, delikler belki kısmen kapatılmıştır ama Anayasanın o totaliter ruhu hala durmaktadır” dedi.
 
Milletin devleti olur
Anayasanın birçok yerinde “Devletin milletiyle bölünmez bütünlüğü” cümlesinin geçtiğinin altını çizen Kurtulmuş, “Devletin milleti olmaz, devletin ülkesi olmaz, bir milletin devleti olur, bir milletin ülkesi olur. Devletin milletiyle bölünmez bütünlüğü mantığı; aslolan devlettir, devleti yöneten o görünmez erktir, millette buradaki bir kiracıdır. Biz bu ibarenin ‘Milletin ülkesi ve devletiyle bölünmez bütünlüğü’ şeklinde değiştirilmesini talep ederiz” şeklinde konuştu. Askeri darbelere, millet iradesini yok hükmüne koyduğu için karşı çıkıldığını belirten Kurtulmuş, şu şekilde konuştu: “Barajlar da bir yerde millet iradesini çöp tenekesine atıyor. 2002’de halkın yüzde 45’inin verdiği oy çöp tenekesine atıldı. Bu da millet iradesine karşı çıkmak değil mi?” Kurtulmuş: Barajların ortadan kalktığı, temsil gücü yüksek bir siyasi yapının kurulması gerektiğini söyledi
 
7 yılda 2.5 milyon çiftçi iflas etti
Türkiye’nin özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, diğer ülkeler gibi sanayileşemediğini ifade eden Kurtulmuş, o dönemde sanayileşmeliyiz diyenlere, “Türkiye dünyanın tahıl ambarı olsun demişlerdir. Aynı çevreler 2010 yılında Türkiye neden tütünle, şeker pancarıyla uğraşsın. Türkiye tarımla uğraşmasın, başkalarının ürettiği tarım ürünlerini satın alsın diyorlar” dedi. Ak Parti hükümetinin Derviş’in ekonomi modelini modifiye ederek uyguladığının altını çizen Kurtulmuş, “Son 7 yılda iki buçuk milyon insan tarımsal ürünleri para etmediği için köyünü, çiftini, çubuğunu bırakarak büyük şehirlere geldi. Büyük çoğunluğu işsiz. Bir kısmı da 300 liraya, 500 liraya iş bulunca öpüp başına koyuyor” şeklinde konuştu.
 
Tuttuğundan vergi alan bir sistem
Uygulanan ekonomik modelde vatandaşın sırtına ağır bir vergi yükünün bindirildiğinin altını çizen Kurtulmuş, “Gidin telefon faturanıza bakın, yüzde kırkını vergi olarak ödüyorsunuz. 2010’da toplanan toplam vergilerin yüzde 70 dolaylı vergilerdir. Tuttuğundan vergi alan bir sistem. Vergi gelirlerinin yüzde 25’i gelirden alınan vergidir. Kazanandan almıyoruz talep enflasyonunu arttırıyoruz diye vatandaşa vergi koyuyoruz” dedi. Hükümetin uyguladığı özelleştirme politikalarına karşı çıkan Saadet Lideri, “Özelleştirmelerden 50 milyar dolar kazanılmış. Türkiye 2010’da 56.8 milyar TL iç borç faizi ödeyecek. 80 yılda biriktirdiklerimizi satmışız, bir yılda içeride 16 bin aileye faiz ödemek için. Bunun hakla, hukukla, izanla, insafla bağdaşır bir tarafı yok” ifadelerini kullandı.
 
Alevinin de hakkını savunmak benim görevim
Türkiye’de yoksulluk ve gelir dağılımda adaletsizliğin hiçbir dönemde bu kadar yoğun olmadığını belirten Kurtulmuş, “Son 7 yılda ortalama 4.7 büyümüşüz ama bu büyüme sosyal refahı sağlamıyor, istihdam oluşturmuyor, insanların alım gücü artmıyor. İş, istihdam üretmeyen bir büyüme var” dedi. ‘Türkiye’nin büyük ruhu, birikimi, genç nüfusu var’ diyen Saadet Lideri Kurtulmuş, “Yeter ki bu malzemeden iyi bir sonuç elde etmeyi başaralım. Hepimiz farklı fikirlerde olabiliriz ama bu topraklarda yaşayan herkes aynı medeniyetin çocuklarıdır, aynı memleketin insanlarıdır. Farklılıklarımızı da bilgi temelinde tartışarak sonuç alacağız. Bu sonuçları da ahlak temelinde siyasete yansıtacağız” şeklinde konuştu.
Özgürlüklere sahip çıkacaklarını dile getiren Saadet Lideri Prof. Kurtulmuş, “Bir siyasetçi olarak nasıl başörtülü bir öğrencinin üniversiteye alınması için mücadele vermek benim görevim ise, cem evinden şehit cenazesini kaldırmak isteyen bir Alevi’nin hakkına sahip çıkmak da benim görevimdir. Bir Alevi asker güneydoğuda şehit oldu. Cem evinde yapılan törenin ardından resmi tören için cenaze camiye getirildi. Bir siyasetçi olarak benim görevim çocuğunun cenazesini cem evinden kaldıran vatandaşların da hakkını savunmaktır” dedi.
 
lekalem düzgün


  FATİHA NIN SIRLARI

 Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâbıyla beraber oturup bazı hususları görüşüyorlardı. O sırada uzaktan tef ve darbuka sesleri geldi. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz sordu:
“–Mekke halkı arasındaki bu sevinç ve neşe havası nedir?”
“–Yâ Rasûlâllah! Ticaret kâfileleri Mekke’ye girmiş bulunuyor. Mekkeliler bunun sevinci içinde oynayıp, zıplıyorlar.”
“–Kalkınız, biz de dışarı çıkalım; onlara bakıp ibret alalım.”
Bu emir üzerine ashâb-ı kiram, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le birlikte çıktılar ve küçücük bir toprak yığını üzerine oturdular. Şehre bir bir giren kâfileleri seyrettiler. Halk, orada her giren kâfileye dikkat ediyor ve;
“Şu falanın kâfilesi, şu Benî Ümeyye’nin kâfilesi, şu da filânın kâfilesi...” diye adlandırıyorlardı. Böylece yedi kâfile girinceye kadar bu isimlendirmeler devam etti.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; onların develerine, ziynet ve mallarına, sevinç ve neşelerine bakınca ashâbı adına üzüldü. Çünkü o günlerde ashâb-ı kirâmın çoğu aç ve perişandı. Günlerce ekmek bulamayanları vardı. Hattâ birkaç gün hiçbir yiyecek temin edemeyenleri de eksik değildi. İşte bu Rasûlullâh’ı üzdü de kendi kendine;
“Allah şu kâfirlere birçok mal ve mülk vermiştir. Ashâbım ise bundan mahrum kalmıştır.” diye fısıldıyordu.
Bunun üzerine Cebrâil -aleyhisselâm- indi ve dedi ki:
“–Yâ Muhammed! Allah Sana şöyle buyuruyor:
«Andolsun ki Sana ey Muhammed, tekrar edilen yedi ikili âyeti (Fâtiha’yı) verdik.»
Kim bunu okursa Allah ona cehennemin yedi kapısını haram kılar. Bu sûre, ölüm müstesnâ her derde şifadır. Semâvî kitaplarda bu sûreden daha üstünü yoktur. Bu sûre inince iblis (Allâh’ın lâneti üzerine olsun) bağırmış, çırpınmıştı. Bu sebeple diğer iblisler onun etrafına toplanmış ve kendisine ne olduğunu sormuşlardı da onlara şu cevabı vermişti:
«Bilmiş olun ki, bugün bu ümmet üzerine bir sûre indi ki onu okuyan cennete girer. Ne hesap görür, ne de azap... O sûreyi okuyan kimseye güç yetiremezsiniz; yani onun hakkından gelemezsiniz. Artık hileleriniz, düzenleriniz bozuldu.»
İşte ey Muhammed! Sana verilen bu yedi âyetli sûre, kâfirlere verilen şu yedi kâfileden çok hem de çok hayırlı değil midir?”
Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Elbette ki bu yedi âyetli sûre (Fâtiha) daha hayırlıdır.”
Cebrâil, Fâtiha’nın taşıdığı yüksek sevap ve mânâyı ümmete bildirmek için dedi ki:
“–Yâ Muhammed! Şu Sana indirilen Fâtiha’yı onların yedi kâfilesiyle değiştirmez misin?”
“–Hayır, değiştiremem.”
“–O hâlde Rabbinin Sana vermiş olduğu bu sûrenin hürmetini (yüceliğini, fazîletlerini) bil!
Sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şu âyeti okudu:
“Kâfirler içinde bazı kimselere verdiğimiz kat kat servete gözünü dikme; onlara üzülme, inananları kanatlarının altına al.” (el-Hicr, 88)
Büyük âlim Atâ Hazretleri’nden soruldu:
“–Fâtiha-i Kitab ne vakit nâzil oldu?”
“–Mekke’de Cuma günü indi. Bu, Allâh’ın Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan bir ikrâmı idi. Fâtiha ile birlikte Cibrîl-i Emîn inerken çevresinde yetmiş bin melek bulunuyordu.
Bu sûre Rasûlullah Efendimiz’den önce kimseye verilmemiştir.” diye cevap verdi.
Allah ve Rasûlü daha iyi bilirler. (Tefsîr-i Hanefî)
Bir başka rivâyette şöyle buyurulur:
“Bir milletin ya da topluluğun üzerine hükmolunmuş, kesinleşmiş azabı Allah gönderir. O milletin ya da topluluğun çocuklarından biri mektepte;
«EL-HAMDÜ LİLLÂHİ RABBİ’L-ÂLEMÎN...» okumaya başlar. Allah, o yavrunun bu sesini işitince, onun sebebiyle o milletten ya da topluluktan kırk yıl azabı kaldırır.”
Denilmiştir ki;
«On şey, on şeyi engeller:
1. Fâtiha Sûresi, Allâh’ın gazabını,
2. Yâsîn Sûresi, kıyâmet günündeki susuzluğu,
3. Duhân Sûresi, kıyâmet korku ve dehşetini,
4. Vâkıa Sûresi, fakirliği, miskinliği,
5. Mülk Sûresi, kabir azabını,
6. Kevser Sûresi, hasımların kinini,
7. Kâfirûn Sûresi, ölüm ânında küfrü,
8. İhlâs Sûresi, ikiyüzlülüğü, samimiyetsizliği,
9. Felâk Sûresi, hased edenlerin hasedini,
10. Nâs Sûresi, vesveseyi engeller.” (Mişkâtü’l-mesâbih)
Yine rivâyette şöyle söylenmiştir:
“Kim evine geldiğinde HAMD Sûresi’yle İHLÂS Sûresi’ni okursa, Allah ondan fakirliği giderir, evinin hayr u bereketini çoğaltır.” (Tefsîr-i Fâtiha)
Sabah namazının sünnetiyle farzı arasında kırk bir defa Fâtiha okumaya devam eden kimse, ne gibi bir makam ve mevkî arzu ederse onu elde etmiş olur. Fakir ise zengin olur, borçlu ise borcu ödenir. Hasta ise şifa bulur, zayıf ise güç ve kuvvet bulur. Garip ise izzet ve şeref elde eder. Halk arasında mukayese edilemeyecek kadar itibar kazanır. Süflî ve ulvî âlemlerde sevimli olur. Sözü dinlenir, işi beğenilir. Düşmanının yanında korkunç ve heybetli görünür. Dostunun yanında da son derece sevilir. O, buna devam ettikçe Allah tarafından devamlı bir emniyet içinde bulunur.
Mârifet erbabından bazı ilim adamları; Fâtiha-i şerîfin bini zâhir, bini bâtın olmak üzere iki bin özelliğinin bulunduğunu söylemişlerdir. Gece ve gündüz bu sûreyi okumaya devam eden kimseden tembellik ve korku kalkar. Allah onun içini ve dışını her türlü nefsânî âfetlerden, şeytânî isteklerden temizler. Allah ona hem zâhirde, hem bâtında ledünnî ilmi ilham eder. Fâtiha’yı okuyan tam bir istikamet üzere bulunur.
Hâdimî merhum diyor ki:
“Sûfî; oturarak, ayakta iken, süvari bulunurken, yaya yürürken ve bütün durumlarında Fâtiha-i şerîfeyi okumaya vaktini ayıracak ve bunu bol bol yapacaktır.” (Allah, bizi de sizi de buna devam etmemiz için muvaffak eylesin!..)
Şeyh el-Bevnî -rahmetullâhi aleyh- Şemsü’l-Maârif adlı kitapta diyor ki:
“Allah, bizi ve sizi muvaffak eylesin. Şüphesiz ki Fâtiha-i şerîfenin hayret verici hassaları vardır.”
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor ki:
“Kim FÂTİHA’yı döşeğine uzandığında okur ve beraberinde üç İHLÂS ile MUAVVİZETEYN’i de okursa, ölümden başka her şeyden güven içinde olur.”
Şeyh Muhyiddin Arabî -kuddise sirruh- Hazretleri’nden yapılan rivâyete göre, demişler ki:
“Kimin bir hâceti varsa, akşam namazının farzını ve sünnetini kılıp henüz yerinden kalkmadan kırk defa Fâtiha-i şerîfe okusun ve sonra murâdını Allah’tan istesin. Şüphesiz ki Allah Teâlâ onun murâdını mutlaka yerine getirir. (Bu denendi ve fayda sağlandı.) Bu sayı tamamlanınca şu duâyı okusun:
“Yâ ilâhî Sen’in ilmin benim isteğime yeterlidir. Fâtiha’nın hakkı için istek yönünden Sen bana kâfî ol!.. Sen’in keremin benim sözüme karşı kâfîdir. Fâtiha’nın hakkı için bana kâfî ol! Gönlümde olanı meydana getir.”
Yine şöyle buyurulmuştur:
“Fâtiha, mü’minlerin maksadına açılan kapıdır. Kim onu yedi gün abdestli olarak günde yetmiş defa okur da tertemiz bir suya üfler ve onu içerse; Allah kendi fazl u kereminden ona ilim ve hikmet verir, kalbini fâsit düşüncelerden temizler, onun zekâsını artırır, hâfızasını güçlendirir. Artık bir daha unutmaz olur.”
Sırru’l-Fâtiha adlı kitapta da bu rivâyetlere yer verilmiştir.
Fâtiha’nın özelliklerinden biri de şudur:
Bulunduğu makam ve mevkîden azledilen kimse; sabah namazının sünnetiyle farzı arasında kırk gün bir noksanlık yapmadan kırk bir defa olmak üzere her gün Fâtiha-i şerîfeyi okuyacak olursa, Cenâb-ı Hak, onun makam ve görevini veya ondan daha iyisini verir. Fâtiha’nın esrârı bereketiyle bu, gerçekleşir. Allah ona sâlih bir evlât da verir.
Bütün bunlar Fâtiha-i şerîfenin bereketi ve esrârı ile olur. Fâtiha’nın bir nice özellikleri vardır. Allah, hayır kapılarını ona devam edene açar. Malında ve canında bereket bulur. Köklü konularda sözü geçerli olur. Allah, onu zamanın üzücü olaylarından kurtarıp güven içinde bulundurur. Açlık ve fakirlik gibi üzücü ve ezici şeylerden korur. Onun sevgisini gönüllere yerleştirir. Allah’tan meşrû olarak ne isterse mutlaka kendisine verilir.
Rabbim, cümlemizi müstefîd olanlardan eylesin.

Âmîn...

lekalem@hotmail.com


Makam mevki hırsı!

Belki de bizleri bekleyen en büyük tehlike makam ve mevki hırsı olsa gerek!
Makam ve mevki hırsı insanoğlunu öylesine raydan çıkarıyor ki, en olmayacak işlere imza attırıyor!
Makam ve mevki hırsı ile insanoğlu en yakınlarını bile satabiliyor!
En kutsal değerlerini bile görmezden gelebiliyor!
İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman'ın Filistin Devlet Başkanı Abbas ile ilgili olarak yaptığı açıklamalar da bizim bu tezimizi doğrulayan açıklamalar!
İsrail Dışişleri Bakanı Lieberman diyor ki: "Abbas, Hamas'ı devirmemizi istedi!"
Biliyoruz Abbas, Hamas'ı sevmiyor!
Çünkü kendisine rakip olarak görüyor!
Gözünü bürüyen makam ve mevki hırsı nedeniyle İsrail'le bile birlikte hareket edebiliyor!
Yeter ki başkanlığına gölge düşmesin!
O makamda kalabilmek için, o mevkide durabilmek için işbirliği yapamayacağı kimse yok!
Velev ki düşmanı bile olsa!
İsrail Dışişleri Bakanı Lieberman bu itirafını Abbas yalanlıyor ama kimseyi inandıramıyor!
Zaten Lieberman da Abbas'ın kendilerinden Hamas'ı devirmelerini istedikten sonra "İsrail savaş suçu işliyor" demek suretiyle zevahiri kurtarmaya çalıştığını saklamıyor!
Aslında Abbas İslam dünyasındaki tek işbirlikçi lider değil!
Ne tarihte tek, ne günümüzde tek!
Bir sürü Abbas var!
Etraf Abbas'tan geçilmiyor!
Düşman da İslam alemindeki bu zaafı iyi keşfetmiş durumda!
Silahla, kaba kuvvetle, güç ile işgal edemedikleri yerleri makam ve mevki hırsının esiri haline gelmiş Abbasları kullanarak içerden vuruyorlar!
Kimini devlet başkanı yapıyorlar, kimini başbakan!
Bununla da yetinmiyorlar, bir de şer operasyonlarında onları eş başkan yaparak sözüm ona taltif ediyorlar!
Yani ödüllendiriyorlar!
Gerçi makam ve mevki hırsı sadece İslam alemine has bir zaaf değil!
Dünyanın her yerinde bu zaafa rastlamak mümkün!
Abbas örneği çok canlı ve çok yakın bir örnek olduğu için özellikle seçtik!
Hoş bizim için Abbas'tan da yakın örnekler yok değil! Ama bugün onların adlarını zikretmek yerine sadece Abbas'tan söz etmeyi tercih ettik!
Gün olur onlara da sıra gelir! O zaman onların da adını ağzımıza alırız! Bugün için İslam alemini bekleyen tehlikeyi simgelemek için Abbas'ı anmanın yeterli olduğuna inanıyoruz

lekalem@hotmail.com


Fakirlik üreten büyüme!

Geçen hafta 2009 büyüme rakamları açıklandı. Ancak gösterilen tepkilere bakılırsa sanki Türkiye'nin geçen yıl çok iyi büyüdüğünü falan düşünebilirsiniz. Peki, ne oldu derseniz, Türkiye ekonomisi beklentilerin tam aksine yüzde 4,7 daralma yaşadı. 2009'un tamamı için ekonomideki küçülme hedefi orta vadeli programla yüzde 6 olarak belirlenmişti. Son tahminler ise küçülmenin yüzde 5,2 seviyesinde olacağı yönündeydi. Sonuç, yüzde 4,7 küçülme çıkınca derin bir "oh !..." çekildi. Son 10 yıllık süreçte ülke ekonomisi en yüksek büyümeyi, yüzde 9,4 ile 2004 yılında yaşadı. 2005'te yüzde 8,4, 2006'da yüzde 6,9, 2007'de yüzde 4,7 büyüme gösteren ülke ekonomisinde, küresel krizin etkilerinin hissedilmeye başlandığı 2008'in son çeyreğinde bozulma işaretleri gözlendi ve yıl toplamında büyüme yüzde 0,7'de kaldı. 2009'un ilk çeyreğinde ise 1929 krizinden bu yana görülmemiş bir daralma yaşandı. Ekonomi yüzde 14.5 küçüldü. İşsizlik yüzde 13'lere çıktı.
Şimdi ekonomi çevrelerinde bu yüzde 4,7'lik daralma yüksek mi, değil mi tartışmaları yapılıyor. Fakat yapılan yorumlarda hiç kimse bir ekonominin yüzde 4,7 oranında küçülmesinin, o toplumun yani halkın fakirleştiğinin göstergesi olduğunu görmüyor ya da göstermek istemiyor. Bu ürkütücü tablo karşısında iktidar sahipleri de, rakamları evirip çevirip başarı masalına döndürüyor. Oysa 4.7'lik daralma "unutulmayacak" bir rakam. 2001 krizindeki 5.7'lik tarihi daralmaya hayli yaklaşıyor. Bu krizle geçen kriz arasında sadece yüzde 1'lik bir fark var. Üstelik geçen krizde toparlanma çok daha güçlü olmuştu. O dönemde ihracat artışı ekonomiyi toparlama eğilimi gösterirken, bu kez ihracat yavaş seyretti ve kur etkisi de sınırlı kaldı. Diğer taraftan 2009 krizinin daha kısa sürdüğü de düşünülebilir. Çünkü 2001 yılında tüketim çok daha fazla daraldı ve tam bir yıl sürdü. Fakat 2009'da tüketim daralması 3 çeyrek sürdü. 2010 yılında ise bu daha uzun oldu. Ekonomi bu nedenle tam 4 çeyrek daraldı. Kaldı ki, 2010 yılında en iyimser büyüme beklentisi yüzde 5 kadar. Oysa 2001 krizinden sonra 2002 yılında büyüme yüzde 6,2 olmuştu.
2009'un son çeyreğindeki büyüme oranı da yüzde 6 olarak açıklandı. Nasıl oldu da yüzde 6 büyüme oldu ? Mustafa Sönmez, bunun son çeyreğin baz etkisi ile ilgili olduğunu söylüyor. Zaten TÜİK'te, milli gelir rakamlarını revize ederken, 2008'in son çeyreğinin küçülmesinin yüzde 7 olduğunu bildirmişti. Oysa düne kadar biz bunu yüzde 6,5 biliyorduk. Yine TÜİK, 2008 küçülmesinin yüzde 0,7 olduğunu açıkladı. Oysa, düne kadar biz bunu da yüzde 0,9 biliyorduk. Bu revizyonlardan dolayı hem 2009 küçülmesi hem de son çeyreğin verisi bir düzelme yaptı.
Tabii bütün bunlar Türkiye İstatistik Kurumu TÜİK'in rakamları. Bu rakamlara inanacak olsak, Türkiye'nin güllük gülistanlık olması gerekirdi. Ancak Prof. Osman Altuğ'un şu değerlendirmesi resmi ortaya koyuyor: "Türkiye ekonomisi, kayıt dışı bir ekonomi... Alış-satış, gelir-gider, borç-alacak, envanter belli değil. Bu yapıda sağlıklı olarak milli gelir hesapları yapılamaz. Kişi başına düşen milli gelir hesapları eskiden olduğu gibi bugün de gerçeği yansıtmıyor. Hem büyüyoruz hem işsizlik artıyor. Tamamen bir çelişki var."
Evet, Altuğ'un dediği gibi resme toplu olarak baktığımızda, aslında bu krizin daha uzun ve daha büyük sarsıntıyla geçtiği ortaya çıkmaktadır. Ayrıca 2009 yılında rekor daralma ilk çeyrekte yüzde 14.5'ti. Oysa 2001 yılındaki böyle rekor daralma yüzde 9.8'de kalmıştı. Dolayısıyla, 2009 yılında daha keskin bir ekonomik durgunluk yaşandığı da ortada.  Dolayısıyla, Mustafa Sönmez'in de tespitiyle yüzde 4,7 daralma vahimdir; net bir yoksullaşmadır. Çünkü yoksullaşmanın boyutlarını kişi başına geliri dolar olarak hesaplayıp ifade ettiğimizde görünen şudur: 2002 yılında 3 bin 517 dolar düzeyinde bulunan kişi başına düşen gelir, Türk lirasının büyük ölçüde değerlenmesinin de etkisiyle 2008 yılında 10 bin 436 dolara kadar yükselmişti. Ancak 2009 yılında kişi başına düşen gelir 8 bin 590 dolara kadar geriledi . Bu, 1.846 dolarlık bir yoksullaşmadır.
Öte yandan unutulan bir gerçek daha var; o da yeni bir büyüme ivmesi yakalansa bile, bu büyüme, yeniden dış açık ve dolayısıyla cari açık verilerek yapılıyor. Son çeyrekteki yüzde 6'lık büyüme de, sıcak para, dış borç ve dış açığa dayalı... Yani araba yoldan çıkana kadar bir müddet böyle saman alevi gibi büyüyeceğiz. Dışarıdan yine değirmenin suyu akıyor. Zaten rakamlarda bunu teyid ediyor: 2010'un ilk 2 ayında ihracat , 2009'un aynı dönemine göre değişmemiş; 16 milyar dolar; ama ithalat 18 milyar dolardan 23 milyar dolara çıkmış. Yani hemen ilk 2 ayda 5 milyar dolarlık bir dış açık ortaya çıkmış.
Ve gelelim işsizliğe. İşin aslında en önemli tarafı da bu. Malumunuz, 2001 krizi toplumun tümü tarafından paylaşılmıştı. Bu nedenle sesi duyulan varlıklılar krizi abartmıştı. 2009 yılında ise krizin tüm yükü yoksullara bindi. İşsizlik en fazla bu krizde arttı. 2001'de işsizlik yüzde 6.9'dan 2002 yılında yüzde 9.6'ya çıktı. Bu krizde ise 2008'de yüzde 11'den 2009'da yüzde 14'e çıktı. Kısacası, kabul etsinler ya da etmesinler bu kriz 2001 krizinden beter çıktı. Saadet Lideri Numan Kurtulmuş'un da MÜSİAD Genel Kurulu'nda ısrarla altını çizdiği gibi, Türkiye, büyüse de küçülse de işsizlik arttı. Fakirlik bir üreten bir büyüme söz konusu oldu.
Ne var ki, işsizlik artarken hükümet bunu seyrediyor. Bundan sonrası için de hiçbir önlemi almaya niyet bile göstermiyor. Hatta bunu itiraf bile ederek ümitsizliği iyice artıyor. Ve bilmem dikkat ediyormusunuz; ne Başbakan'dan ne de ilgili bakanlardan işsizlik konusunda bir açıklama gelmiyor.

lekalem@hotmail.com

Yeni Bir Kamplaşma Oluşturulmasın!


Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu'nda bir konferans veren Prof. Dr. Numan Kurtulmuş, anayasa tartışmalarıyla Türkiye'de yeni bir kamplaşma, çatışma ve kutuplaşmanın söz konusu olabileceğine dikkat çekti.


Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’nda bir konferans veren Genel Başkanımız Prof. Dr. Numan Kurtulmuş, son dönemde Türkiye gündemininin öncelikli tartışma konularından biri olan anayasa değişiklikleri üzerine değerlendirmelerde bulundu.

“Biz o anayasa değişikliğini başından itibaren çok net bir şekilde gündeme getirmiş olan bir siyasi partiyiz. Burada öncelikle ‘usül esası mukaddemdir’ esasıyla hareket etmenin doğru olduğu kanaatindeyiz” sözleriyle konuşmasına başlayan Kurtulmuş, Türkiye’de topyekün bir anayasa değişikliğine ihtiyaç olduğunu belirterek sadece 29 maddenin değiştirilmesinin anayasa değişikliği için yeterli olmayacağını sözlerine ekledi.

Anayasaların öncelikli olarak uzlaşma meselesi olduğunu ifade


eden Numan Kurtulmuş,  bu konu üzerine parlamento içerisinde grubu bulunan bulunmayan tüm siyasi partilerin, fikir kuruluşlarının, üniversitelerin, STK’ların bir uzlaşı arayışı içerisinde olmasının önemine vurgu yaptı.

“Partilerin anayasası olmaz” diyen Kurtulmuş, partilerin anayasa tekliflerinin olabileceğini ve bu çerçevede tekliflerin karşılıklı olarak müzakere edileceği bir sürecin olması gerektiğini belirtti. Buna ek olarak, anayasa değişikliğini bir siyasi manevra konusu olarak görmemek gerektiğini söyleyen Numan Kurtulmuş sözlerine şöyle devam etti:

“Anayasalar bu anlamda, sadece partilerin o günkü yer aldıkları konumlara göre değil ülke ve milletin ihtiyaçlarına göre şekillenmek durumunda kalmalıdır. Anayasayı kim yapacak sorusu da önemlidir. Türkiye’deki iktisadi ve siyasi elitler Tanzimat’tan bu yana anayasayı milletin yapmasını uygun görmezler. Biz yapar, anayasalarını önlerine koyarız diye düşünürler. Aslında bu soru, bu ülkede yaşayan 72 milyon vatandaş Türkiye’nin kiracısı mıdır ev sahibimidir sorusunun cevabıyla ilgilidir. Biz inanıyoruz ki bu topraklarda yaşayan bütün vatandaşlar bu ülkenin ev sahibidir ve esas yapılması gereken anayasa yapım sürecinde süreci millete açarak milletin bu süreçlerdeki yegâne hâkim ve hakem olmasını sağlamaktır. Böylece millete dönüp ‘ey millet, buyurun kendi ülkenizin kendi tapusunu siz yapın deme fırsatımız olur. Bu genel prensipleri bizi ziyarete gelen hükümet yetkililerine de ifade ettik ve ayrıca şu sorularla gerçekten Türkiye’nin önünü açacak olan bir anayasa nasıl yapılır onu da ortaya koymaya çalıştık.”

“Bize göre Türkiye’deki mevcut parlamento hiç kuşkusuz yasa ve anayasa değişikliklerini yapmaya muktedir, meşru bir parlamentodur” diyen Kurtulmuş, 2007’de yapılan ve 411 milletvekilinin oylarıyla geçen anayasa değişikliğinin Anayasa Mahkemesi’nden geri dönmesine neden olan iptal gerekçesinin Türkiye’de yeni bir hukuki kördüğüm ortaya çıkardığını ifade etti.

İptal kararıyla Anayasa Mahkemesi’nin kendisini parlamento üzerinde bir senato konumuna getirdiğini iddia eden Kurtulmuş, “Türkiye’de artık Anaysa Mahkemesi istemediği sürece sadece bir anayasa değişikliği şekil bakımından değil, esastan değiştirilebilecek noktaya gelmiştir. Topyekûn bir anayasa yapmak için bu kördüğümün açılması normal yollarla mümkün değildir” dedi. Anayasanın topyekun değiştirilmesini ‘vesayetten millet egemenliğine dönüş’ olarak adlandıran Kurtulmuş, var olan kördüğümü aşacak tek yolun millete dönmek olduğunu ifade etti. Saadet Partisi olarak tekliflerinin mevcut parlamento devam ederken bir anayasa meclisinin ortaya konulması ve bu anayasa meclisinin dar bölge, tek milletvekili sistemiyle yaklaşık 300 kişiden oluşan toplumun bütün kesimlerini, coğrafyasını ve siyasal kanaatlerini temsil edildiği bir meclisin oluşması olduğunu sözlerine ekledi.

Numan Kurtulmuş sözlerine şöyle devam etti:

“Bu meclisin bir yıl boyunca görev yaparak sadece anayasayı tasarı olarak hazırlaması ve bu anayasa tasarısının TBMM’ye verilerek referanduma götürülmesiyle milletin yeniden kendi anayasasını yapması, 1921’de olduğu gibi yeniden güçlü bir şekilde millet iradesinin anayasaya aksetmesinin sağlanması mümkün olur. Aksi takdirde, korkarız ki mevcut anayasa paketinde yapılacak ufak değişikliklerin, siyasi kavga ve tartışmalarla ve seçim hesaplarıyla heba edilmesi mümkündür. Bunu önlemenin yolu, sağlıklı bir anaysa meclisi oluşturularak topyekûn bir anayasa değişikliğinin ortaya konulmasıdır.”

Türkiye’deki siyasal sistemin iyi analiz edilmesinin gerekliliğinin altını çizen Numan Kurtulmuş, “Türkiye’deki siyasi sistem adı her ne kadar demokrasi olsa da niteliği itibarıyla bir bürokratik oligarşidir. Millete hesap vermeyen, millet tarafından denetlenmeyen birtakım adacıklar millet egemenliğinin üstündedir ve parlamento aslında fiili anlamda işlerin az bir kısmını yürütmektedir” dedi.

61 Anayasası ve dönemin hukuki düzenlemelerinin hukuk sistemi, yargı sistemini ve askeri kararları millet egemenliği dışına attığını ifade eden Kurtulmuş, “12 Eylül sonrası düzen bunu tahkim etmiş, YÖK vasıtasıyla eğitim sistemi önemli bir şekilde millet denetimi dışına çıkmıştır. 2000 yılında imzalanan 17. IMF protokolüyle de Türkiye’de ekonomik kararlar millet denetimi dışında bırakılmıştır” açıklamasında bulundu. Bunun aşılabilmesi için Türkiye’deki kurum ve kuruluşların milletin denetimi ve egemenliğine bırakılması gerektiğini ifade eden Kurtulmuş, bununla birlikte de çok ciddi bir ittifakla yeni anayasanın ortaya çıkmasının doğru olan yol olduğunu belirtti.

Türkiye’de anayasaların değişmesinin ya askerin namlusunun ucunda ya da AB öngördü diye olduğunu söyleyen Numan Kurtulmuş, “Halbuki bu millet siyasi birikimi ve tecrübesiyle yeni bir anayasayı yapabilecek olgunluğa fazlasıyla sahiptir. Esas yol budur. Biz sorumlu, anlayışlı bir muhalefet gereği bunu hükümete yapması gereken esas iş olarak teklif ediyoruz ama bunun yapılmayacağı ortadadır” dedi.

Numan Kurtulmuş Saadet Partisi olarak yeni teklifte eksik gördükleri hususları şöyle özetledi:

“Bunlardan bir tanesi anayasanın her yerine serpiştirilmiş bulunan ‘devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü’ tabiri. Bu, mevcut anayasanın totaliter devletçi tarafını yansıtmaktadır. Bu ibarelerin mutlaka ‘milletin ülkesi ve devletiyle’ şeklinde değiştirilmesi zaruridir.

Yine 1960 Anayasası’yla kaldırılan 1921 Anayasası’nın ‘hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir, millet bu egemenliği TBMM eliyle kullanır’ ifadesi 61 ve 82 anayasalarında ‘hakimiyet milletindir ama millet bu egemenliğini anayasal kurumlar vasıtasıyla kullanır’ ibaresi vardır. Bunun değiştirilmesi, ‘millet egemenliğini anayasa esaslarına göre, milletin seçtiği organlar yoluyla kullanır’ ibaresinin getirilmesi zaruridir. Yine vatandaşlık tanımının mutlaka etnik tanımlamadan hukuki bir tanımlamaya döndürülmesi zorunludur. Laiklik kavramının anlaşılır, açık, hukuki tanımının yapılması zorunludur.

Genelkurmay Başkanı’nın 60 İhtilali’nden önce olduğu gibi Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması zorunludur. 156. ve 157. maddeler değiştirilerek, yargı birliğinin sağlanması ve bunun için de askeri Danıştay ve askeri Yargıtay’ı düzenleyen maddelerin kaldırılması zorunludur. Yine aynı şekilde Sayıştay’ın savunma sanayi fonu ve belediye iktisadi teşekküllerini denetleyecek şekilde görevlerinin düzenlenmesi zorunludur.
HSYK yapısındaki değişiklikler zorunludur. Bu değişikliği olumlu bulduğumuzu ama eksik bulduğumuzu ifade etmek istiyorum.

Yine Anayasa Mahkemesini düzenleyen 146. maddenin düzenlenmesi zorunludur. Burada da olumlu adımlar atılmış fakat eksiklikler olduğu kanaatindeyiz. Yine dokunulmazlıklar konusu kürsü masumiyetini tahkim edecek ama bireysel suçlarda dokunacak şekilde tanzim edilmelidir. Yani insanlar siyasi olarak söyleyecekleri hiçbir sözden sorumlu olmayacaklar, ama diyelim ki bireysel suçlar işlenmişse bunların mutlaka karşıtı olmalıdır.
Seçim sisteminin değişmesi zaruridir. 2002 Parlamentosunda halkın oylarının E’i daha seçim akşamı çöpe atılmıştır. 2007 seçimlerinde de ’si çöpe atılmıştır. Mutlaka barajın kaldırıldığı bir seçim sisteminin oluşması şarttır. Bu anlamda özellikle siyasi partiler esasındaki değişiklikleriyle önseçim sisteminin getirilmesi, ama buna karşılık 150 milletvekillik bir ülke barajı getirilmesi teklifinde bulunduk, siyasi partilerle ilgili görüşlerimizi ifade ettik. Burada tabi hükümetin yanlış getirdiği bir uygulama olarak siyasi partilerin kapatılmasında Anayasa Mahkemesi öncesinde parlamentonun devreye sokulmasını hukuk açısından fevkalade sakıncalı ve adalet prensipleri bakımından da eksik buluyoruz.

Parlamentoda grubu bulunan bir partinin kapatılmasıyla ilgili olurunu nitelikli çoğunlukla bile olsa istemek hukuk ve demokrasi ile çelişir. Bunun yerine biz siyasi partilerin kapatılmasının zorlaştırılması burada bağımsız mahkemeler tarafından suçlu bulunup yargılanmaları ve hapis cezası almaları karşısında kapatma davalarının açılmasının daha doğru olduğu kanaatindeyiz.

Siyasi partiler esasındaki değişikliklerden birisi olarak mutlaka parti içi demokrasinin yasal yollarla korunmasının sağlanması, üyeliğin şeffaf açık hale getirilmesi, partilerin genel seçimlerde aldıkları oy oranlarında çok farklı olmayan kat sayılarla hesaplanarak hazine yardımı almalarının sağlanması gerekir.

24. maddede din ve vicdan hürriyetinin sağlanmasına yönelik tahkim edici hususlar teklif etmiştik, yine eğitim hakkıyla ilgili hiç kimsenin eğitim ve öğretim hakkının engellenmemesini zorunlu olarak görmüştük. Anayasanın 72. maddesinde vatan hizmetini düzenleyen maddenin değiştirilerek profesyonel askerliğe zemin hazırlayacak değişikliklerin yapılmasını teklif etmiştir. 28. maddede basın yayın ile ilgili düzenlemeyi yaparak basın yayın kuruluşlarının medya faaliyetleri dışında faaliyetlerinin olmaması gerektiğini ifade etmiştik. Bunun yeni paketin içerisine alınmış olması önemli bir adımdır.

Anayasa Mahkemesi’nin Yüce Divan vasfının kaldırılması, onun yerine uygun bir düzenle Yargıtay’ın Yüce Divan haline dönüştürülmesi ile ilgili tekliflerimizi ifade ettik. MGK ve YÖK’ün ya anayasal kurumlar olmaktan çıkartılması ya da görevlerinin anayasada çok net bir şekilde açıklanarak yapacakları işlerin tadat edilmesi şarttır.

Cumhurbaşkanlığı Denetleme Kurumu Cumhurbaşkanlığı’na bağlı bir kuruluş olduğu için Genelkurmay Başkanlığı’nın ilgili kurumlarını da denetleyebilme imkânının sağlanması lazım.”

Cumhurbaşkanlığı seçiminde Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini temin etmenin AKP iktidarının 8 yıllık iktidarı süresince en önemli adımlarından birisi olduğunu belirten Kurtulmuş, “Türkiye’de seçime girme hakkına sahip bütün partilerin cumhurbaşkanı adayı gösterebilmesini temin etmek gerekir. Ayrıca noterden 50000 imza getirmiş olan her şahsın cumhurbaşkanı adayı olmasını temin etmek gerekir. Sayın Cumhurbaşkanı da ifade etti cumhurbaşkanlığının yetki ve sorumluluklarının parlamenter sistem çerçevesinde yeniden düzenlenmesi gereklidir” dedi.

Anayasa değişikliğinin referanduma götürülmesi konusunda da konuşan Kurtulmuş, “Tek tek değişiklikler pusulaya konulup insanlara oylatılabilir. Bu son derece basit bir yoldur. Biz bunun bir pusulada farklı maddeler halinde ortaya konulması gerektiğini düşünüyoruz. Hemen şu itiraz geliyor bu millet farklı maddeleri oylayamaz. Kusura bakmayın, bu millet 45 partinin yer aldığı seçim pusulasına oy atmayı biliyor da gelip anayasaya oy atmayı mı bilmeyecek? Bu millete güvensizliğin bir işaretidir.”

Anayasa tartışmalarıyla Türkiye’de yeni bir kamplaşma, çatışma ve kutuplaşmanın söz konusu olabileceğine dikkat çeken Numan Kurtulmuş, “Bu kutuplaşmanın ertesinde ne sonuç çıkarsa çıksın bu anayasa tartışmalı bir anayasa haline gelecek. Ben hükümeti buradan açık bir şekilde uyarmayı görev kabul ediyorum” dedi.

Bir ülkenin siyasi topografyasının anayasalar, meclis iç tüzükleri, seçim yasaları ve seçim kanunları olmak üzere dört tane hukuk metnine bağlı olduğunu ifade eden Kurtulmuş, “bir ülke demokratik bir ülke midir, otoriter bir ülke midir, bürokratik bir ülke midir bu dört metin bizim önümüze koyuyor. Türkiye’ye baktığımız zaman bu dört tane hukuk metninin tamamı maalesef totaliter bir anlayışla kaleme alınmış metinlerdir. Bunların demokratik bir hale getirilmesi Türkiye önünde en önemli adımlardan birisi olacaktır ve Türkiye bu şekilde demokratikleşme sürecinin içerisine girecektir” şeklinde yorumlarını dile getirdi.

Türkiye’nin 1960 darbesi, 12 Mart darbesi, 12 Eylül darbesi ve 28 Şubat darbesinin tamamının ABD tarafından kurgulanmış oyunlar olduğunu belirten Numan Kurtulmuş, “Türkiye’de askeri vesayetten kurtulmanın, Türkiye’de sıcak para bulunmasının, komşularıyla ilişkilerini geliştirmenin, yeni rol modelin bize katkıları olmuştur ama ifade etmek isterim ki başkalarının size çizmiş olduğu modellerde başarılı olmak asla mümkün değildir. Başkalarının size çizmiş olduğu roller de olsa olsa fotomodellik olur” dedi.

AKP’nin özgün bir genel dış politika teorisinin olmadığını ifade eden Kurtulmuş, daha çok bölgesel şartların getirdiği rol çerçevesinde genel bir teori konulduğu eleştirisinde bulundu.

Ermeni konusunda da yorumlarda bulunan Numan Kurtulmuş İsviçre’nin ara bulucu olarak seçilmesi konusunda şöyle konuştu:

“Niçin böyle bir görüşmeyi İsviçre üzerinden yapıyorsunuz? İsviçre, Ermenistan tezleri konusunda fikri belli olan bir ülkedir ve Avrupa’da Türkiye tezlerine karşı en kasıtlı bakan ülkelerden biridir. Nitekim Sayın Bakan’ın İsviçre’deki imza töreni öncesinde, ola ki Karabağ sorununa birtakım tembihlerde bulunur diyerek İsviçre Dışişleri Bakanı tarafından konuşturulmadığına hepimiz şahit olduk. Ardından Bayan Clinton da madem öyle bari Ermeniler de konuşmasın diyerek, konuşmamaktan bir diplomasi sonucu elde etmiş oldular. Türkiye Ermenistan gibi önemli bir konuyu niçin parlamentosunda konuşmadı? Niçin kamuoyuyla paylaşmadı? Efendim sözleşmeyi imzaladık ama sonra zaten parlamentoya gelecekti diyorsunuz. Ama hatırlayın Sayın Sarkisyan’ın Türkiye’ye gelmesiyle ilgili, maça gelmesiyle ilgili bütün dünya kamuoyu ortaya atıldı. Bir an önce sözleşmeyi imzalayın dediler. Ermeniler imzalamadan, sözleşmeyi biz imzaladık ve adamlar geldiler maçı seyrettiler.”

Ermeni konusunda yaşanan tüm bu gelişmelerden en vahiminin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın söylediği “Biz de içimizdeki yüz bin Ermeni’yi sınır dışı ederiz” sözleri olduğunu söyleyen Numan Kurtulmuş, sonra da bunun düzeltilmeye çalışıldığını ancak söylenenlerin düzeltilmesinin mümkün olmadığını ifade etti.

Numan Kurtulmuş sözlerine şöyle devam etti:

“Senin Amerika’daki Ermeni lobilerine gücün yetmiyor da burada üç tane günde 300 TL’ye çalışan Ermeni’ye mi yetiyor? İMKB ya da Türkiye’deki büyük şirketleri satın almak için gelen sermaye söz konusu olduğu zaman ‘sermayenin dini, imanı, milliyeti olmaz’ diyorsun, buraya gelen Ermeni spekülatörün milliyetini sormuyorsun da, burada karnını doyurmaya gelen üç tane Ermeni’ye mi soruyorsun? Bu hiçbir şekilde bizim politika amaçlarımızla bağdaşmaz, bizim medeniyet anlayışımızla bağdaşmaz. Kaldı ki bu topraklar insanlığın son adasıdır.”

Türkiye’de son dönemde yaşanan iç gelişmelere dair kozmik oda ile ilgili yöneltilen bir soruyu cevaplayan Kurtulmuş, “Eğer başbakan olursam, ya o kozmik odaya girerim ya da o kozmik odaya sokmayanı görevden alırım. İkinci yol yoktur” dedi. Var olan şartlar içerisinde anayasada Sayın Başbakan’ın kozmik odaya girmeye hakkı olduğunu savunan Kurtulmuş, kozmik odadaki bilgilere ulaşma imkânının bulunduğunu ve kozmik oda Başbakan’a açılmıyorsa, Başbakan’ın o kişileri görevden almaya hakkı olduğunu ifade etti.

Türkiye’de birbirleriyle uzlaşmama üzerine anlaşmış bir iktidar ve muhalefet olduğu yorumunu yapan Numan Kurtulmuş, “Her ikisinin kavgası birbirinin ekmeğine yağ sürüyor, birbirinin değirmenine su taşıyor. Ben bilmiyorum ama bilenler varsa bana söylesin, sekiz yıldır parlamento içerisinde hükümet ve muhalefetin ortaklaşa Türkiye’nin herhangi bir meselesini çözdüklerini hatırlamıyorum. En temel problemi Türkiye’nin budur. Bu problemin en yoğun görüldüğü yerlerden birisi Ergenekon’dur. Arşivler ortada, Ergenekon konusunda da en net görüşleri olan parti Saadet Partisi. Biz dört tane temel şey söyledik bir, bu meselenin hukukun üstünlüğü prensibi çerçevesinde açık ve şeffaf olarak yürütülmesi gereken kısmı var; polis sorgusu ve yargılaması kısmı var. Her ikisi de açık şeffaf, uluslararası hukukun kurallarına uygun şekilde yürütülmelidir. Siyaset ağzını kapatmalıdır, bu bir siyaset konusu değil, hukuk konusudur” dedi.
Ergenekon konusundaki yorumlarına bu konuda kimsenin savcı ya da avukat rolüne soyunmaması gerektiğiyle devam eden Kurtulmuş, “Biri avukatım diye başladı sonunda savunuyorum noktasına kadar geldi. Öteki avukatım noktasından yargıcım noktasına kadar geldi. Son derece anlamsız bir şekilde iktidar ve muhalefet partileri Ergenekon davalarının içine laf karıştırdı. Bu davada kim varsa, nereye kadar gidiyorsa, kime kadar gidiyorsa, kim yargılanacaksa hiçbir şekilde korkmadan sonuna kadar gidilmelidir. Bunu Ergenekon davası açıldığı günden beri söylüyorum. İki tane albay bulmuşsunuz, iki tane emekli general bulmuşsunuz, -bilmiyorum bu davayla ilgili hiçbir somut bilgim yok sadece medyayı takip ettiğim kadar biliyorum-, ama mesele sadece bundan mı ibaret? Bunun arkasında gerçekten daha büyük güçler var” dedi.

Ergenekon davasıyla Türkiye’nin bir gerçeğini daha gördüğünü söyleyen Kurtulmuş, Fırat’ın doğusunda yaklaşık 10.000’nin üzerinde ölü kuyusu olduğu söylendiğini ve bu süreç içinde her gün bir yerlerde onlarca ceset bulunmaya başlandığını ifade etti. Kurtulmuş bu soruşturmada mutlaka sonuna kadar gidilmesi gerektiğini belirtti.

Türkiye’nin yakın tarihiyle ilgili yorumlarda bulunan Numan Kurtulmuş, 28 Şubat’ı Türkiye’nin beş darbesi içerisinde en başarılı olanı olarak nitelendirdi. Numan Kurtulmuş bunun sadece siyasete değil, Türkiye’nin sosyolojisine de etkileri olduğunu belirtti.

Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerine de değinen Numan Kurtulmuş, Türkiye-Avrupa ilişkilerini Avrupa’nın Türkiye’ye bakışı ve Türkiye’yi yönetenlerin Avrupa’ya bakışı olarak ikiye ayırdığını söyledi.

Kurtulmuş sözlerine şöyle devam etti:

“Avrupa’nın Türkiye’ye bakışında çok büyük farklılıklar olduğunu biliyoruz. Genişleme yanlıları, daralma yanlıları, yeni teknolojiler, yüksek teknolojiler, geleneksel sektörler, federalistler ve Avrupa’yı bir fikir olarak görenler. Bir sürü farklılıklar var, sosyal demokratlar, Hıristiyanlar, Almalar, İngilizler çok farklılıklar var, ama sonuçta AB’nin bütün bu farklılıkların bünyesinde Türkiye’yle ilgili herhalde bir ara kesit var. O ara kesit de şudur: Türkiye öyle kendi başına bırakılması mümkün olmayan, ama asla AB’nin içerisine de hele hele tam üye olarak, serbest dolaşım hakkını da vererek üye olması mümkün olmayan, Doğu’ya ait ilerleme potansiyeli taşıyan bir güçtür. Avrupa’nın ortalama Türkiye tanımı budur.”

Numan Kurtulmuş Avrupa’yı hiçbir şekilde eleştirmediğini çünkü nihayetinde kendi programlarını icra ettiklerini belirtti. Esas problemin Türkiye’yi yönetenlerin AB algısı olduğunu ve Türkiye’yi yönetenlerin AB’yi kayıtsız şartsız bir medeniyet projesi olarak gördüğünü belirten Kurtulmuş, “Esas bizim temel farkımız burasıdır. Sayın Tayyip Erdoğan bu cümleyi söylemiştir, Türkiye’de beş tane Başbakan bu cümleyi söylemiştir: ‘Avrupa Birliği bizim için bir medeniyet projesidir.’ Zaten AB bir medeniyet projesi ise Avrupalılar haklı, niye o medeniyete ait olmayan bir milleti içlerine alıp başlarına bela etsinler. AB bir medeniyet projesi ise biz ait olmadığımız bir medeniyete girmek için niye gayret sarf ediyoruz? Sağ olsun Sarkozy ile Merkel zaman zaman gözümüzün içine baka baka bu gerçeği bize çok net bir biçimde hatırlatıyorlar” dedi. Numan Kurtulmuş Türkiye-AB ilişkilerinde esas çözülmesi gerekenin Türkiye’nin bakışı olduğunu vurguladı.


lekalem@hotmail.com

Cinayetlerin ve yeryüzündeki zulüm sistemi

Ahir zamanda ortam, bu ahlaki çöküşü tetikleyen ve destekleyen çeşitli unsurlarla da dolup taşacaktır. Nitekim şu anda dünyanın pek çok ülkesinde barlar, gece klüpleri gibi sözde eğlence mekanları ahlaksızlığın adeta bir sektör haline gelmesini sağlayan yerler haline gelmiştir. Fuhuş sektöründen para kazanma adeta legal hale getirilmiş, çeşitli devletler tarafından desteklenir olmuştur. Bazı Uzak Doğu ülkelerindeki durum göz önünde bulundurulduğunda bu gerçek daha iyi anlaşılacaktır. Belirli çevreler tarafında verilen telkinin etkisiyle eşcinsellik neredeyse makul ve olağan gösterilmeye çalışılmış, TV’lerde ve yazılı basında adeta teşvik edilir hale getirilmiştir. Eşcinsel hakları, eşcinsel dernekleri, eşcinsel evlilikler gibi bu sapkınlığın önünü açan pek çok konu rahatlıkla gündeme getirilmekte, hatta bu sapkınlıklar bazı ülkelerin resmi kanunlarıyla korunmaktadır. Dünyanın pek çok yerinde çeşitli TV kanallarında ve kimi magazin dergilerinde sergilenen ahlaksızlıklar, bugün artık evlilik dışı ilişkilerin, fuhuşla geçimini sağlamanın, homoseksüelliğin, kumarbazlığın, yolsuzluğun, israfın son derece yaygın olduğunu göstermekte ve daha da önemlisi bu haber ve görüntülerle halkın bilinçli olmayan kesimleri de benzer bir yaşama özendirilmektedir. Fuhuşun kapsamlı şekilde yaygınlaştırılması ve hatta birçok ülkede yazılı ve görüntülü basın tarafından adeta teşvik edilir hale getirilmesi de ahir zamanda yaşanan ahlaki çöküntünün ibret verici boyutlarının görülmesi açısından önemlidir . Kimi zaman küçük yaştaki çocuklar bile bizzat kendi aileleri tarafından fuhuşa teşvik edilmektedirler. İnsanlar, evlilik dışı ilişkilere yönlendirilmekte ve bu ilişklier toplum içinde oldukça olağan karşılanmaktadır. TV’de, filmlerde, dizilerde verilen yoğun telkin hep bu yöndedir. Evlilik dışı ilişkilerden doğan çocuklar önemli bir toplumsal sorun halini almıştır. Her yıl sokağa bırakılan çocukların oranı oldukça fazladır ve bu çocukların bir kısmı yaşamını sokaklarda uyuşturucu ve fuhuş sektörünün pençesinde geçirmektedir. Ahir zamanda yaşanan bu manzara, Peygamberimiz (sav)’in hadislerinde 1400 yıl öncesinden haber verilmiştir:
Büyüğe saygı, küçüğe merhamet kalkacak. Zina çocukları çoğalacak. O kadar ki kişi sokak ortasında kadınla zina edecek. (Muhammed B. Resul Al-Hüseyni El Berzenci, Kıyamet Alametleri, s.140)
Günümüzden 50-60 yıl öncesine kadar ahlaksızlık olduğu bilinen ve şiddetle kınanan söz konusu kavramlar, dünyanın birçok ülkesinde Darwinistlerin tekelindeki medyanın etkisiyle şu anda çoğu insan tarafından son derece sıradan olaylar olarak görülmektedir. Oysa zina, Allah tarafından haram kılınmış büyük bir suç ve günahtır. Yüce Rabbimiz ayetinde şöyle bildirir:
Zinaya yaklaşmayın, gerçekten o, 'çirkin bir hayasızlık' ve kötü bir yoldur. (İsra Suresi, 32)

 

 

 


Ahir Zamanda Her Türlü Kötü Özellik Takdir Görecek, Haramlar Helal Kabul Edilecektir Peygamberimiz (sav), ahir zaman toplumlarda inkarcıların Kuran ahlakından tamamen uzaklaşacağını ve haramların helal sayılacağını haber vermiştir:
“Hz. Mehdi (as), bütün haramların helal sayıldığı büyük bir fitneden sonra çıkacaktır.” (El-Kavlu'l Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyy-il Muntazar, s. 23)

 


“Haram olan şeylerin helal sayılması… kıyamet alametlerindendir.” (İmam Şarani, Ölüm-Kıyamet-Ahiret ve Ahirzaman Alametleri, s. 454)
Ahir zaman, her türlü kötü özelliğin bir arada yaşandığı ve toplum bazı kesimleri tarafından özendirildiği bir dönem olacaktır. Kuran’da Allah, insana vicdanlı davranmasını öğütlemiştir. Ahir zaman ise toplum içinde özellikle yaygınlaştırılan, okullarda, işyerlerinde adeta kanun gibi öğretilen tüm haramları adeta helal hale dönüştüren sapkın anlayışların geliştirildiği bir dönemdir. Güzel ahlak, saygı, sevgi, vefa, anlayış, hoşgörü, alçakgönüllülük gibi özelliklerin yerini hile, sahtekarlık, acımasızlık, bencillik, menfaatçilik gibi çirkin özellikler alır. Bu çirkin yapının hakim olduğu toplumlarda, toplum içinde ayakta kalabilmek için bu kötülüklerin baskın ve güçlü olmasına özen gösterilir. Yalan bolca kullanılır. İkiyüzlülük bu bozuk ahlakı yaşayan toplumların neredeyse her tarafına hakim olmuştur. İkiyüzlülüğün ve menfaatçiliğin getirdiği güvensizlik her yeri kaplamış durumdadır.


lekalem@hotmail.com


Amerikan düzeninde Türkiye


 

'köpeğini boğmak isteyen onu yüzmekle suçlar'. balzac
İktisat olaylarını kişiselleştirmek ne işe yarar? Aynı soru başka kelimelerle yazılır: dış borçlar kimin sorunudur?
Durkheim, sosyolojik yöntemin kuralları, başlıklı kitabında şunu not etti: 'İlk ve en temel kural, toplumsal olguları şeyler gibi düşünmektir'.
Kaybolmakta olan adam bir imge olarak kurulabilir. (the) adam, aynı soruna ilişkin değişik zamanlarda düşünen ve değişik çözümler üreten adam olarak tanımlanmalı, tanımlanıyor. Bir sorun çözülemiyor, sorun 'geçen' zaman karşısında, orada, duruyor. adam, eğitimli ve erdemli, olabilir, demek ki fark etmiyor, sonuç olarak adam ve sorun, duruyor.
İktisat yapanlar, kapitalistler, bir krizden söz etmiyor. Kapitalistlerin sözünü ettikleri kriz, harcama yapmamak için, daha az ödemek ya da hiç ödememek için bir bahane. Türk iktisadında 2001 krizini bahane eden kapitalistler, ücretler sayılarını düşürdüler, düşürmeye devam ediyorlar. Bankacılık kesiminde çalışanlardan günlük ücret kazananlara kadar birçok grup, takım, sınıf, bugün 2001 öncesindeki ücreti alıyorlar.
İktisatçıların kriz kelimesini sevmeleri normal kaşılanmalı. İktisatçı, kriz kelimesini sık kullanır.
Dünya iktisadı bir Amerikan düzenidir. Amerika, iktisadi olayların nasıl cerayan edeceğini belirliyor. Belli bir oranda. Düzen işte bu belirleme oluyor. Amerika Birleşik Devletleri iktisadı yılda bir trilyon dolara yakın açık veriyor. Bu açık, Amerika dışı dünya tarafından finanse ediliyor, edilmekte. Aşağı yukarı 1980 yılından beri böyle birşey var. Amerikalılar tasarruf yapmıyorlar, tüketiyorlar. Açık bu nedenle ortaya çıkıyor. Peki bu açık kimlerce finanse ediliyor? Dünya'da tasarruf edenler bu açığı kapatıyor. Tasarruf etmek için daha az tüketmek gerekiyor. İşte Amerikalılar daha çok tüketsin için başka kavimler tasarruf ediyorlar.
Türklerin tasarruf oranı yüksek mi?
Hayır. Türkler fakir olduklarından tasarruf edemiyorlar. İlk neden budur. İkinci neden, Türk iktisadında gelir dağılımı korkunç bozuk. Gelir dağılımı çok eşitsiz olduğundan çoğunluk, fakirler, tasarruf edemiyor, zenginler gelirlerini lüks ürünler için harcıyor ve paralarını yurt dışında tutuyor. Sonuç: 'genel olarak, tasarruf yetersiz'. Tüketim eğilimi yüksek olan Türkler, tüketiyor. Bu durumda Türk iktisadı borçlandırılıyor. Özellikle özel kesim, yurt dışından borçlanıyor. Hazine verdiği büyük açık sayısını borçlanarak kapatıyor. Borç, artıyor.
İki ekonomi açık veriyor. Bir: Amerika. İki: Türkiye. İki ekonomi, verdiği açık nedeni ile daha çok dışa bağımlı hale geliyor. Geldi.
Amerika, doların Amerika dışında kullanılmasından fayda sağlıyor. Doların rezerv para olarak tutulmasından, ticarette doların kullanılmasından. Amerikan hazinesi, Amerikan ekonomisinin dış açığını çıkardığı borçlanma senetlerini satarak kapatıyor. Amerikan borçları, zamanın bir fonksiyonu olarak artıyor. Amerikan milli gelirinden daha çok Amerikan borcu var.
Osmanlı borçlarının ilk taksidi 1929 yılında ödendi. İlk borç taksidi 15 milyon liradır. Bu sayı o yılda gerçekleşen ihracatın yüzde 10'u kadar.
Bugünkü durum 1929 yılına göre nedir? Karşılaştırma yapılır.
2009 yılında borç anapara ve faiz ödemesi toplamı 35 milyar dolar. Bu sayı, 2009 yılı ihracatının yüzde 35'idir. O halde şudur: 2009 yılının borç ödemesi 1929 yılına göre daha yüksek oluyor. Göreli olarak.
Zamanın geçmekte olduğu bir varsayım.
Kaybolmamak gerek.

29 MART 2010   lekalem DÜZGÜN


 DEV  D 8  NEDİR  

D-8, kısaca Developing Eight (kalkinmakta olan 8 ülke) anlamına gelen 8 ülkeyi ifade eden bir kuruluş. Bu sekiz ülke Türkiye, İran, Pakistan, Bangladeş, Malezya, Endonezya, Mısır ve Nijerya. Bu sekiz ülkenin REFAHYOL Hükû»meti Başbakanı Necmettin Erbakan önderliğinde bir araya gelerek oluşturmuş oldukları bir organizasyondur. D-8 üyelerinin tamamı aynı zamanda İslam Konferansı Örgütü nün de üyeleridir. D-8 üyeleri, tabii kaynakları, kalabalık nüfusları ve potansiyel pazarlarından ötürü kendi bölgelerinde önemli konum arz etmektedirler.

 Kuruluşu 

22 Ekim 1996 tarihindeki "Kalkınmada İşbirliği Konferansı"nı izleyen bir dizi hazırlık toplantılarından sonra 15 Haziran 1997 yılında İstanbul’da yapılan Devlet ve Hükümet başkanları zirvesinde D-8’in kuruluşu resmen ilan edilmiştir (İstanbul Deklarasyonu).

D-8'lerin bayrağında yer alan 6 tane yıldız D-8'lerin temel ilkelerini sembolize etmektedir. D-8'lerin bayrağinda 6 temel ilkeyi sembolize eden altı yıldızın anlamaları şunlardır.

Savaş değil, barış !
Çatışma değil, diyalog !
Çifte standart değil, adalet !
Sömürü değil, işbirliği !
Baskı ve tahakküm değil, insan hakları hürriyet ve demokrasi !

 Organları 

Zirve

Devlet/hükümet başkanlarının iki yılda bir gerçekleştirdikleri toplantılardır. D-8'in en üst düzey karar alma organıdır.

Konsey

Üye ülkelerin Dışişleri Bakanlarının katılımı ile gerçekleştirilen toplantılarıdır.

Komisyon

Üye ülkelerin kıdemli uzmanlarından oluşan ve eşgüdüm çalışmalarını yürüten kurul toplantılarıdır.

İcra Direktörlüğü

D-8 Grubunun çalışmalarına sekretarya hizmetleri sunan ve üye ülkeler arasındaki iletişimi sağlayan İcra Direktörlüğünü Türkiye tarafından atanan bir büyükelçi (Ayhan Kamel) İstanbul'da bulunan merkezinden yürütmektedir.

 D-8'in Amacı 

D-8 girişiminin başlatılmasındaki amaç, büyük bir ekonomik potansiyeli, çeşitli kaynakları, geniş bir nüfus ve coğrafi alanı temsil eden 8 ülke arasında ticaret ilişkilerinde yeni fırsatlar yaratmak ve çeşitlendirmek, uluslararası düzeyde karar alma sürecine katılımı artırmak, daha iyi hayat şartları sağlamak, somut ortak projeler etrafında ekonomik işbirliğini geliştirmek ve gelişmekte olan ülkelerin dünya ekonomisindeki durumlarını güçlendirmektir.

D-8, kurucu üyelerinin kompozisyonunun da yansıttığı gibi, bölgesel olmaktan çok küresel bir kuruluştur. Üyelik, grubun hedeflerini, ilkelerini benimseyen ve ortak bağları paylaşan diğer gelişmekte olan ülkelere de açıktır.

D-8, üye ülkelerin bölgesel ve uluslararası örgütlere üyeliklerinden kaynaklanan ikili ve çok taraflı taahhütleri üzerinde olumsuz etkisi olmayan bir forumdur.


Lekalem Düzgün Alanya

Kutlu Doğum Haftası V

Şâir ne güzel söyler:
"Hiçbir göz, senden güzelini görmedi.
Hiçbir kadın senden mükemmelini doğurmadı.
Sen, her türlü kusurdan uzak yaratıldın,
Sanki sen, kendin nasıl istedi isen, öyle yaratıldın."
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz bütün bir beşeriyet için büyük bir lütuftur:
"Andolsun ki içlerinden, kendilerine ALLAH'ın âyetlerini okuyan, kötülüklerden ve inkârdan kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle ALLAH, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler." (Âl-i İmran sûresi: 164)
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz içimizden biridir ve bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu:
"Size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü'minlere karşı pek şefkatli, çok merhametlidir!" (Tevbe sûresi:128. Ayrıca bkz. Enbiyâ sûresi: 107)
"Resûlüm! Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya sûresi: 107)
ALLAH Teâlâ, Peygamberini rahmet süsüyle süslemiştir. O'nun varlığı, şemail ve fezâili, sıfatları bütün yaratıklar için rahmet vesilesidir. O, hem müminler için, hem kâfirler için rahmettir.
a- Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz bütün Mü'minler için rahmettir. Çünkü O'na inanıp O'nun yolundan gidenler dünyevi ve uhrevi bahtiyarlığa ereceklerdir. O, dünyaya ümmetim diyerek teşrif etmiş, Mirac'da Rabb'inden ümmetinin af ve mağfiretini dilemiş, hayatı boyunca bize bizden yakın olmuş, ebedî âleme irtihal ederken de, "Ümmetim, ümmetim" diyerek irtihal etmiş, kıyamet gününde de mü'minlere şefaatçi olacağını müjdelemiş bir Peygamber'dir. Ebû Hureyre (R.A.)'den rivayete göre Sevgili Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
"Ben mü'minlere kendilerinden daha yakınım." (Buhari; Kefale: 5, Müslim, Feraiz: 4) buyurmuştur.
Yüce Rabbimiz; Kur'an-ı Kerim'de:
"ALLAH Resûlü mü'minlere kendi canlarından daha yakındır." (Ahzab sûresi: 6) buyurmuştur.
Âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerden anlaşılacağı üzere ALLAH Resûlü, bize kendi nefsimizden daha yakındır. Nasıl olmasın ki, biz çoğu kez nefislerimizden kötülük görürüz. Halbuki, O'ndan hep iyilik, kerem, merhamet, şefkat ve mürüvvet gördük. O, ilâhî rahmetin mümessilidir. Bu sebeple, elbette bize bizden daha yakındır. Bize şefkatli ve merhametlidir. Bakın Ebû Hureyre (R.A.)'den rivayete göre Sevgili Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz ne buyuruyor:
"Kim, borçlu olduğu halde vefat ederse, o borcun ödenmesi bana aittir. Bir mal bırakırsa o varislerinindir." (Müslim, Feraiz: 14, 3/1237)
Dünya ve âhirette ALLAH Resûlü, mü'minlere kendilerinden daha yakın olma keyfiyetiyle bir rahmettir. O'nun bu rahmet yönü ebedlere kadar da devam edecektir.
b- Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, devrindeki münafıklar için de rahmet olmuştur. Münafıklar, bu engin rahmet sayesinde dünyada azap görmediler. Camiye geldiler, Müslümanların içinde dolaştılar ve Müslümanların istifâde ettiği bütün haklardan istifâde ettiler. ALLAH Resûlü onlar hakkında perdeyi yırtmadı. Onların çoğunun iç yüzünü biliyordu. Hatta bunları Huzeyfe (R.A.)'ye söylemişti de. (Buharî, Fezâilü'l-Ashâb:20; İbn Esir, Üsdü'l-Ğâbe, 1/468) Rivayete göre Hz.Ömer (R.A.), Huzeyfe (R.A.)'yi takip eder, O'nun kılmadığı cenaze namazını O da kılmazdı. (İbnEsir, Üsdü'l-Ğâbe, 1/468)
 

lekalem düzgün


 

lekalem@hotmail.com


srail budur işte!

Biz İsrail'in gerçek yüzünü tanıtmaya çalıştıkça bize demediklerini bırakmayanlar! Körü körüne İsrail düşmanlığı yaptığımızı iddia edenler!
Yanlı davranıp haksızlık ettiğimizi söyleyenler! İnsani yardım götüren gemilere karşı İsrail'in uyguladığı politikalar acaba uyanmanıza vesile olabildi mi?
Uyanabildiyseniz ne ala!
Uyanamadıysanız ve hâlâ İsrail'in haklı olduğunu düşünüyorsanız size edecek iki çift lafımız var:
Yuh olsun!
Yazıklar olsun!
İsrail budur işte!
Bugüne kadar Filistin'de uyguladığı zulmü şimdi açık denizde insani yardım götüren gemilerde uyguluyor!
Savunmasız insanları vuruyor!
Silahsız insanları vuruyor!
Sivil insanları vuruyor!
İnsani yardımı vuruyor!
Yani tüm insanlığı vuruyor!
Yıllardır aynı politikaları Filistin'de uyguluyordu!
Gazze'de uyguluyordu!
Şimdi ise açık denizde bulunan insani yardım gemilerinde aynı şiddet politikalarını sürdürüyor!
Masum insanları öldürmekten çekinmiyor!
Hiçbir kurala uymuyor!
Hiçbir kanun İsrail'i dizginleyemiyor!
Ne Birleşmiş Milletler'i takıyor!
Ne Amerika Birleşik Devletleri'ni takıyor!
Dileriz İsrail'in kimseyi takmama politikası bu olaydan sonra çok kimsenin kafasını dank ettirir!
Dileriz güvenlik nedeninin arkasına saklanarak yıllardır her türlü zulmü işleyen İsrail'e dur demeyi birileri artık akıl eder!
Dileriz dünyanın bu şımarık milletini dizginleme kararı artık verilir!
Bu olay sadece Türkiye'nin meselesi değildir!
Bu olay sadece Müslümanların meselesi de değildir!
Bu olay tüm insanlığın meselesidir!
Çünkü İsrail adeta tüm insanlık ile kafa bulmaktadır! Kontrolü altında tuttuğu büyük para gücü ile herkesi istediği gibi kullanacağını sanan İsrail'e gereken cevap müştereken verilmelidir!
İsrail bu şımarıklığının, bu kural tanımazlığının bedelini çok ağır bir biçimde ödemediği sürece asla frenlenemeyecektir!
İsrail'in anlayacağı tek dil kaba kuvvettir!
Tüm dünya tek yürek olup İsrail'e anlayabileceği bir ses tonu ile hitap etmedikçe İsrail'in bu şımarıklığı hep devam edecektir!
İnsani yardım konvoyunda masum ve mazlum insanlara yardım için bulunan sivil insanların vurulması İsrail'in gerçek yüzünü bir kez daha ortaya koymuştur! İsrail budur işte!

lekalem düzgün

BEKLE GAZZE BİZ GELİYORUZ

"Rotamız Filistin, Yükümüz İnsani Yardım" kampanyası kapsamında Gazze'ye doğru yola çıkan "Mavi Marmara" adlı yolcu gemisi, Kıbrıs'ın batısında ilerleyerek yoluna devam ediyor. Yarın Gazze kıyılarına ulaşması beklenen gemiler, insanlığın daha ölmediğini, insanlıktan nasibini almamış İsrail yönetimine öğretecek.
İnsani Yardım Vakfı Başkanı Bülent Yıldırım, "Burada her dilden, her milletten insan var. Herkes gidebileceğine umutlu. Bu 'insanlığın bir zaferi olacak' diyorlar." şeklinde konuştu. Yıldırım, İsrail'e daha önce başvurduklarını, başvuru belgelerini de kamuoyuna ve basına dağıttıklarını kaydederek, "İsrail hiçbir yardımı içeri almadı. Şu anda biz yardım ediyoruz demesi doğru değil. Bu gemilere provokasyon amaçlı demesi de doğru değil. Bu gemiler İsrail'i insani yardımın önünü açmaya zorlama gemileridir. Hasta ve çocuklara yardım bizim hakkımızdır" dedi.
Gazze sularında olması bekleniyor.
İngiliz aktivisit Kevin Ovenden, "Filistin sorunu Doğu ile Batı arasındaki çekişmenin en büyük anahtarıdır. Eğer biz bu sorunu çözersek hem Ortadoğu'ya hem dünyaya barış gelir. Bu misyon bizim için çok önemli. İnşallah Gazze önlerine geldiğimizde insanlık kazanır" dedi.
Filistin'e ilaç, tıbbi malzeme, çimento, demir vb. insani yardım malzemesi götüren 9 gemi, Kıbrıs'a doğru yola devam ediyor. Harekete katılan aktivistlerin büyük çoğunluğu Mavi Marmara gemisinde yer alıyor. Gemide 560 aktivist var. Geminin bu akşam 18.00 sularında Kıbrıs açıklarına ulaşması bekleniyor. Aktivistler, Gazze önlerine geldiklerinde İsrail'in kendileri için hazırladığı askeri operasyona aldırış etmeden yolculuklarını sürdürüyor. Barış eylemcileri, İsrail'in bütü tehditlerine ve engelleme çabalarına rağmen uluslar arası kamuoyunun baskısıyla Gazze'ye gireceklerini düşünüyor.
Gaye Somuncu: İnsanlık için yapıyorum
Mavi Marmara gemisinde bulunan her aktivistin ayrı bir hikâyesi var. Gaye Somuncu, tüm başarılı kariyerini geride bırakarak harekete katıldı. Önemli kurumlara PİAR çalışmaları yapan Somuncu, son işinden istifa etti, şimdi Filistin yolunda. Bilkent Uluslar arası İlişkiler mezunu olan Gaye Somuncu, akıcı İngilizcesiyle Avrupa'dan gelen aktivistlere yardımcı oluyor. Somuncu, bu harekete nasıl katıldığını şöyle anlattı: "İnsanlık için bir şeyler yapmak istedim. Bir arkadaşım beni İHH'ya götürdü. Ve bu şekilde bu harekete katıldım. Çok mutluyum. Kesinlikle korkmuyorum. Çünkü yanlış bir şey yapmıyorum. Bundan sonra da bu tür eylemlerin içerisinde yer almaya devam edeceğim."
Ortadoğu'nun anahtarı Filistin'de
Kevin Ovenden, Rotamız Filistin Yükümüz İnsani Yardım hareketine İngiltere'den katıldı. Viva Palestina'nın koordinatörü. İngiliz milletvekili George Gallaoway'ın yardımcısı. Bugüne kadar buna benzer onlarca eylemin içerisinde yer almış. 27 yıldır aktivist olduğunu söylüyor. Aktivistliği fedakarlık olarak tanımlıyor. Kevin, "Filistin sorunu Doğu ile Batı arasındaki çekişmenin en büyük anahtarıdır. Eğer biz bu sorunu çözersek hem Ortadoğu'ya hem dünyaya barış gelir. İnsanlık kazanır. Bu misyon bizim için çok önemli. İnşallah Gazze önlerine geldiğimizde insanlık kazanır" dedi.
Gemideki doktor aktivistler
Dr. Mevlüt Yurtseven ise "Üzerime düşeni yapmak için yola çıktım. Bu hem insani, hem vicdani hem de benim için dini bir sorumluluk" şeklinde konuştu. Yurtseven, gemide  rahatsız olanlara ilk müdahaleyi yapan doktorlardan. Harekete Amerika'dan katılan İran asıllı Fatma Muhammedali ise daha önce karadan yapılan iki konvoya katılmış. Avukatlık yapıyor. Amerikalı aktivistlerle birlikte hareket eden Fatma, Gazze'deki doktorlarla sürekli temas halinde olduklarını anlatıyor. Gazze'ye ilaç ve tıbbi malzemelerin girişinde büyük bir sıkıntı yaşandığını ifade eden Fatma, bu sorunu çözmek için iki konvoyda Filistin'e 500 bin dolarlık ilaç ve tıbbi cihaz götürdüklerini belirtti.
Kadınlar beyaz güvercinler
Fatma Muhammedali, ülkelerin soruna duyarsız kalması üzerine son yıllarda sivil insanların soruna el attıklarını, Filistin'e barışı bu insanların getireceğini söyledi. İranlı eylemci, gemide çok sayıda kadın aktivist olduğunu ifade ederek, bu kadınların beyaz güvercinler olduğunu söyledi.
Hak-İş'ten yardım gemileri için girişim
Hak-İş, yardım gemilerinin Gazze'ye sorunsuz ulaşması için sendikal örgütlerden girişimde bulunmalarını istedi. Konfederasyondan yapılan açıklamaya göre, Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu, İsrail İşçi Sendikaları Konfederasyonu (HISTADRUT) Başkanı Ofer Einy, Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) ve Avrupa Sendikalar Konfederasyonuna (ETUC) mektup gönderdi. Uslu, 0uluslararası sivil bir girişim olarak tamamen insani ve barışçıl amaçlarla yola çıkan 9 yardım gemisinin, doğrudan ve güvenle Gazze'ye ulaşarak yardım malzemelerini ihtiyaç içerisindeki Gazze halkına dağıtması için İsrail Hükümeti nezdinde girişimde bulunulmasını istedi.
Yolunuz açık olsun
İnsanlığın zaferi olacak
İnsani Yardım Vakfı Başkanı Bülent Yıldırım, "Burada her dilden, her milletten insan var. Herkes gidebileceğine umutlu. Bu 'insanlığın bir zaferi olacak' diyorlar." şeklinde konuştu. Yıldırım, İsrail'e daha önce başvurduklarını, başvuru belgelerini de kamuoyuna ve basına dağıttıklarını kaydederek, "İsrail hiçbir yardımı içeri almadı. Şu anda biz yardım ediyoruz demesi doğru değil. Bu gemilere provokasyon amaçlı demesi de doğru değil. Bu gemiler İsrail'i insani yardımın yardımın önünü açmaya zorlama gemileridir. Hastane ve çocuklara yardım bizim hakkmımızdır" dedi.
9 gemi katılıyor
İnsanı Yardım Vakfı ile uluslar arası yardım örgütleri tarafından organize edilen 9 yardım gemisi yola çıktı. Rotamız Filistin Yükümüz Yardım sloganıyla tüm dünyada büyük ses getiren yardım gemilerinin yarın (bugün) itibariyle Gazze limanında olması bekleniyor. Gazze'ye yol alan ve "Özgürlük Filosu" olarak adlandırılan yardım filosunda Türkiye'den 3, İngiltere'den 2, İrlanda, Cezayir, Kuveyt ve Yunanistan'dan birer olmak üzere toplam 9 gemi bulunuyor. Çeşitli ülkelerden insan hakları savunucuları, milletvekili, doktorlar ve gazetecilerin bulunduğu gemiler yaklaşık 10 bin ton tıbbi malzeme, inşaat malzemesi ve çeşitli insani yardım malzemesi taşıyor.
Kara yolundan delinmişti
2010 yılının Ocak ayı başında yine Gazze ambargosunu delmek için kara yoluyla hareket eden grup ambargoyu delmişti. Gazze'ye 143 araçla ve 450 kişiyle insani yardım ulaştıran Filistin'e Yol Açık konvoyu bütün engellemelere rağmen Gazze'ye girerek yardımları ulaştırmıştı. Mısır Devleti'nin o dönemde takındığı tavır bütün Müslüman ülkelerde de protestolarla kınanmıştı.
Yunan gemisi devam edemedi
Rotamız Filistin Yükümüz İnsani Yardım hareketi içerisinde bulunan Yunan gemisi sürekli arızalandığı için yola devam edemedi. Challenge 2 isimli gemide bulunan 15 yolcu, Kıbrıs sularına yakın bir noktada Mavi Marmara gemisine alındı. Yolcuların gemiden Mavi Marmara gemesine transferi başarılı bir şekilde tamamlandı. Gemi yeni yolcularıyla yoluna devam ediyor. Mavi Marmara'daki aktivistler, Yunanlı misafirlerine yaşasın Filistin sloganlarıyla karşıladı. Mavi Marmara'daki yolcu sayısı 778'e yükseldi.  Yunan gemisinin arızalanmasıyla hareket içerisindeki gemi sayısı ise 8'e düştü.
İsrail tehdit savuruyor
İsrail'in Gazze'ye uyguladığı ablukayı denizden kırmak için insani yardım yüküyle yola çıkan uluslararası filo, dün akşam Kıbrıs açıklarında buluşarak Filistin topraklarına ulaşmak için harekete geçti. Filonun bu gece ya da yarın sabah Gazze açıklarına ulaşacağı tahmin edilirken, gergin bekleyiş de başladı. Ancak Katil İsrail, filoyu Gazze'ye yanaştırmamakta kararlı. Dün konvoya katılan ülkelerin büyükelçilerini Dışişleri'ne çağrılarak, "Filo Aşdod Limanı'na yanaşsın, yardımı BM gözetiminde biz karadan taşıyalım" önerisini sundu. Ancak kabul görmedi. Çarşamba günü toplanan terör devleti İsrail kabinesi ise gemileri Gazze'ye 20 milden fazla yaklaştırmama kararı aldı. Kabine bunun için gerekirse güç kullanılmasına da onay verdi. Operasyonu yabancı basın mensuplarının da görüntülemesine izin verileceği açıklandı. İsrail deniz komandoları günlerdir operasyon için tatbikat yapıyor. Filo farklı mesafelerde birkaç kez anons yapılarak geri dönmeleri için uyarılacak, bu çağrı karşılık bulmazsa gemilere müdahale edilerek Aşdod'a çekilecek. Burada filodakiler sorgulandıktan sonra hemen ülkelerine sınır dışı edilecek. Sorgulamayı kabul etmeyenler ise gözaltına alınacak.
Rumlar da engel oluyor
Güney Kıbrıs Rum yönetimi, Gazze'ye gitmekte olan yardım filosunun karasularından geçmesine ve limanlarında konaklamasına izin verilmeyeceğini açıkladı. Öte yandan İsrail basını da,  Güney Kıbrıs'ın, Gazze'ye yardım filosuna katılan gemilerin kendi karasuları içinde toplanmasına izin vermeyeceğini dün gece açıkladığını duyurdu. İsrail ise Güney Kıbrıs'ın kararını 'aklın sesi' olarak nitelendirdi. Gazze'ye Özgürlük hareketi liderlerinden Greta Berlin ise Ynet haber sitesine Güney Kıbrıs'ın yasağına rağmen gemilerin programlandığı şekilde yarın sabah Gazze'ye varmasını umduklarını söyledi.
İsrail büyükelçisi ecel terleri döktü!
CNN Türk ekranlarının gözde programı 5N 1K yine hayli ilginç bir canlı yayına sahne oldu. Cüneyt Özdemir'in hazırlayıp sunduğu program İsrail'in Ankara Büyükelçisi Gabby Levy'i ağırladı. Özdemir'in kararlı tavrı ve soruları büyükelçiye ecel terleri döktürdü.
İsrail'in Gazze'ye saldırıları sonucunda hayat adeta bitmiş, şehir yerle bir olmuştu. Dünyanın bir çok bölgesinde olduğu gibi Türkiye'de de bölgeye dönük geniş bir yardım ve dayanışma kampanyası başlamıştı. Gazze'ye ulaştırılmak üzere hazırlanmış yardım malzemeleriyle yüklenmiş gemiler yola çıkmak üzere. Ancak İsrail hükümeti bu yardım malzemelerine el koyarak kendisinin dağıtacağını açıklamış, malzemeleri getiren görevliler ve gönülleri de ülkelerine geri göndereceklerini açıklamıştı. Cüneyt Özdemir, konuyu muhatabıyla konuşmak için İsrail'in Ankara Büyükelçisi Gabby Levy'i canlı yayında konuk etti. Ancak, Büyükelçinin Gazze için çizdiği pembe tablo Özdemir'i tatmin etmeyince 5N 1K ilginç diyaloglara sahne oldu. Özdemir, konuğunu sıkıştırmaktan geri durmadı, yanıt alamadığı sorularda ısrar etti, yakaladığı açıkların üstüne üstüne gitti.
"Sizi ber hayli gergin gördüm"
İsrail Büyükelçisinin ecel terleri döktüğü tartışmada, 5N 1K moderatörü Özdemir adeta küçük çapta bir 'One minute' olayına imza attı.  "Sayın büyükelçi sizi hayli gergin gördüm. Sanki Gazze bu kadar güllük gülistanlık, o kadar çoluk çocuk öldürülmedi, hiç bir sorun yok. O zaman neden bu yardımların yerine ulaşmasını engelliyorsunuz. Sanki yardım için gidenlerin hepsi propaganda ve provokasyon peşinde. Gidenlerin bazılarını biz de tanıyoruz. Gazze sokakları Mısır Çarşısı gibi bolluk içindeymiş gibi konuşuyorsunuz. Ancak çok büyük bir yıkım olduğunu biliyoruz. "

lekalem düzgün Alanya

19. Uluslararası Müslüman Topluluklar Birliği Kongresi İstanbul’da başladı
Dünya İslâm’a muhtaç!
28 MAYIS lekalem düzgün

Bu yıl 19.su düzenlenen Uluslararası Müslüman Topluluklar Birliği Kongresi dün İstanbul Kaya Ramada Otel'de başladı. 41 ülkeden 153'ü aşkın katılımcının iştirakiyle yapılan kongreye Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş, ESAM Genel Başkanı Recai Kutan, Sudan Eski Cumhurbaşkanı A. Rahman Swar Zeheb, Malezya İslam Partisi Genel Başkanı Abdulhagi Awang, İranlı Ayetullah Muhammed Ali Taeshkıri, IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan, Mısır İhvan-ı Müslimin Meclis Grup Başkanı Saad Ketatini, D-8 Direktörü Kia Tabatabi, Filistin Hamas Temsilcisi Muhammed Nezzal'ın yanı sıra çok sayıda üst düzey davetli katıldı.
Kur'an-ı Kerim tilavetiyle başlayan kongrenin açılış konuşmasını yapan ESAM Genel Başkanı M. Recai Kutan, toplantının İslam ve insanlık alemine hayırlı olmasını diledi. İslam aleminin insanlık dışı katliamlarla karşı karşıya olduğunu ifade eden Kutan, "Savaş alanı Fas'tan Endonezya'ya kadar uzanıyor. Irkçı emperyalizmin yönettiği dünya düzeni insanlığı sıkıntılarla baş başa bıraktı" ifadelerini kullandı. Kapitalist bloğun en fazla endişe duyduğu hususun Müslümanların cihad şuuru ve ahlaki değerlere bağlılıkları olduğunun altını çizen Kutan, "Batı yeryüzüne çatışmadan başka bir şey getirmedi. Buna hep birlikte şahidiz. Küresel ekonomik kriz, emperyalistlerin işgal edemediği ülkelerin ekonomileri yönetmeleri için bir bahanedir" dedi.
lekalem@hotmail.com

Kriz  Nasıl Çözülür

ekalem@hotmail.com

Müslümanları Uyarıyorum

Sevgili Müslümanlar!.. Lütfen aşağıdaki satırları dikkatle okumanızı ve düşünmenizi istirham ediyorum:
1. Zamanın Papası Fatih Sultan Mehmed'e haber göndermiş, Hıristiyan ol, sana dünyanın büyük kısmını vereyim demiş, yüce hakan bunu kabul etmemiştir.
2. Fatih'in şehzadesi Cem'e, Papa 6'ncı Allexandre Borgia Hıristiyan olursan, Osmanlı mülkünü ele geçirmen için sana destek verir, ordu toplarım demiş, şehzade kabul etmemiştir.
3. Zamanımızda Haçlılar ve Siyonistler, "Müslümanlar uyanıyor ve güçleniyor. Günün birinde başlarına bir Halife seçecekler.İyisi mi, biz erken davranalım ve işimize gelen bize bağlı birini Halife seçelim" plan ve hesabını yapmışlardır.
4. Maalesef gözlerini hizip ve fırka taassubu ve militanlığı bürümüş, beyinleri ve vicdanları dumura uğramış birtakım Müslümanlar Haçlıların ve Siyonistlerin bu teklifini kabul etmişlerdir.
5. Haçlı ve Siyonist âlemi İslâm dünyasını, islâmî hizmet ve faaliyetleri ifsad etmek için dışları yeşil içleri kızıl birtakım kimseleri satın almıştır. Onları dolar milyarderi etmiştir.
6. Türkiye'de siyasal İslâm, İslâmcılık hareketi birtakım "vazifeliler" tarafından dejenere edilmiştir.
7. İslâm dininin, islâmî hareket ve davetin üç temel prensibi vardır: Birincisi Allah'a karşı olan bütün işlerde ihlâs. İkincisi: Dünya ve kullarla ilgili bütün iş ve muamelelerde adalet. Üçüncüsü: Kur'ân'ın, Sünnetin, hikmetin, Şeriatın gösterdiği şekilde istikamet yani doğruluk ve dürüstlük.
8. Haçlıların ve Siyonistlerin sinsice desteklediği sahte Müslümanlar da, sahte İslâmcılarda, sahte dâvâ adamları da bu üç prensip de yoktur.
9. Haçlıların ve Siyonistlerin mânen ve maddeten desteklediği bozuk İslâmcılar dine hizmet perdesi altında din hizmetlerini kirletmişler, pisletmişler, kendi süflî ve bayağı emellerine ve ihtiraslarına âlet etmişlerdir.
10. Merhum üstad Necip Fazıl'ın veciz bir şekilde ifade ettiği gibi: "Biz kırk yıl boyunca küfür buzdağını ellerimizi ağzımıza siper edip hohlayarak eritmeye çalıştık. Erittik ama sonunda korkunç bir çamur deryası içinde kaldık."
11. Bugün İslâm, iman, Kur'ân, peygamber ve bütün mukaddesat birtakım din bezirganlarının nefsanî ve dinarî ihtiraslarına âlet edilmektedir.
12. Hiç şüphe yoktur ki, Yüce İslâm Şeriatı her tür meşru ticareti, üretimi, hizmeti, alım satımı helâl kılmış ve teşvik etmiştir. Lakin Kur'ân'ın, Sünnetin, fıkhın, Şeriatın, ahlâk-ı islâmiyenin yasak ve haram kıldığı kazançlar vardır. İşte din ve mukaddesat sömürücüleri bu ikinci sınıf kazançlarla zengin olmuşlardır.
13. Hiçbir gerçek ve firasetli Müslüman, Tevhid düşmanı harbî ve militan kâfirlerle işbirliği yapmaz, onların kirli emellerine âlet olmaz.
14. Beşerî planda Müslümanların dostu ve velileri yine Müslümanlardır.
15. Bir Müslüman, kendisine güneşin üzerine doğduğu ve battığı her şey verilse bile dinine ihanet etmez, İslâm düşmanlarıyla ittifak yapmaz.
16. İslâm, Allah katında tek gerçek ve muteber dindir. Yüce Allah İslâm'dan başka din kabul etmez.
17. Mevrid-i nasta ictihad yapılamaz.
18. Hiçbir Müslümanın zarurat-ı diniyeden ödün vermeye hakkı yoktur.
19. Yüklü telif ücretleri karşılığında Ehl-i Sünnete ve Cemaate, Kur'ân'ın ve Sünnetin doğru yorumuna, cumhur-i ulemânın yoluna aykırı yorumlar yapan, uyduruk fetvalar veren, geçersiz ictihadlar yumurtlayanlar haindir, merduttur.
20. Ecdadımız Osmanlı Müslümanları, Hulefa-i Râşidîn devrinden sonra Kur'ân'a ve Sünnete uygun güzel, iyi, doğru islâmî uygulamayı hayata geçirmişlerdir.
21. Bizim vazifemiz din konusunda, dini anlamakta ve hayata uygulamakta Osmanlı ulemâsının, fukahasının, evliyasının, mürşidlerinin yolundan ve izinden gitmektir.
22. Samimî, ihlâslı, müstakim, ilmiyle 'âmil, zahid, muttaki ulemâ ve fukahayı bırakıp da, bid'atçilerin, dall ve mudillerin, Siyonist ve Haçlılarla işbirliği yapanların, dışı yeşil içi kızıl münafıkların peşinden gidenler ve onlara uyanlar hem dünyada, hem ukbada büyük zarara uğrarlar.
23. Vehhabîlik hareketi Hilafet-i aliye-i Osmaniyyeye bir başkaldırı hareketidir. Onlar bağy ve isyan ehlidir.
24. Cemalüddin Afganî, Muhammed Abduh, Reşid Rıza farmason ve bid'atçidir. Aklı olan Müslüman bunları üstad, rehber, imam kabul etmez.
25. Türkiye coğrafyasına İslâm ve Tevhid inancı tasavvuf ve tarikatla gelmiştir. Bunları yıkmaya çalışmak, tasavvuf ve tarikat ehlini şirkle suçlamak İslâm ve Ümmeti yıkmak demektir.
Sevgili kardeşlerim!.. Gazetecilik ve kalem hayatım 50 yılı aşmıştır. Sizi uyarmama izin vermenizi rica ediyorum: Haçlılar ve Siyonistler İslâm kalesini içten feth etmeye çalışmaktadır.
Müslümanları yüzlerce hizbe, fırkaya, bid'at şubesine ayırmışlardır.
İslâmî hizmet ve faaliyetler sahasına bir sürü münafık, din istismarcısı, mukaddesat bezirgânı sokmaya muvaffak olmuşlardır.
Herkes ictihad yapabilir, kendi kafasına göre Kur'ân'dan hüküm çıkartabilir diyerek sözü ayağa düşürmüşler, Müslümanlar arasında kaos ve anarşi çıkartmışlardır.
Bunların oyunlarına gelirsek ileride başımıza Haçlıların ve Siyonistlerin düzmece Halifesini bile geçirebilirler.
Bu yazımdaki ağır ithamlar samimî, ihlâslı, doğru ve dürüst, hasbeten lillah ve garazsız ivazsız çalışan gerçek hizmet erbabına yönelik değildir.
Bediüzzaman Said Nursî, Ömer Nasuhi Bilmen, Abdülhakim Arvasî, Şeyh Muhammed Zahid, Şeyh Adanalı Sami, Bulgaristanlı üstadAhmed Davudoğlu Ezherî ve benzeri ulemâ, fukaha, meşayih bizim başımızın tacıdır.
Onlar bu din-i mübini dünya menfaatlerine, riyaset emellerine, nefsanî ihtiraslara âlet etmediler.
İslâm dâvâsını mıncıklayarak, Haçlı ve Siyonistlerle işbirliği yaparak, Müslümanların para ve mallarını gayr-ı meşru ve gayr-ı ahlâki şekilde toplayıp zimmetlerine geçirerek zengin olanlar lânetli zenginlerdir.
Mevlâsının rızasını kazanmak isteyenler ihlâslı, icazetli, takvalı, ahlâklı, faziletli, doğru ve dürüst ulemânın, fukahanın, meşayihin yolundan gitsin, onlara uysun.
Kutsal dini âlet ve istismar ederek haram yollardan büyük servetler vuranlar insî şeytanlardır. İslâm düşmanı Haçlılarla ve Siyonistlerle işbirliği yapanlar haindir. Sünnet yolunu bırakıp bid'atlere bulaşanlar dall ve mudildir.Ümmet şuurunu kaybedip hizip ve fırka taassubu bataklıklarına düşenler sefihtir.
İnsanlara seçmi hakkı verilmiştir.Salih ve muhlislerle birlikte olalım. Bid'atçi, dall ve yoldan çıkmışlardan uzak duralım.
* (İkinci yazı)
 
  Bugün 13 ziyaretçi (79 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol