ALLAH BİZİ KORUSUN
Allah Bizi Korusun!
Gerçek büyük adamların övgüye ve pohpoha ihtiyacı yoktur.
Onlar kesinlikle övgü istemezler.
Kendileri istemediği halde bazıları överse, onlara mani olmaya çalışırlar.
Müslümanların zekatlarını, sadakalarını, hizmet ve yardım paralarını toplayıp, bunların bir kısmı ile dinbaronlarını öven, onların... reklamını ve propagandalarını yapanlar doğru yolda değildir.
Bütün hamdler, senalar, övgüler, sipaslar Allahü Tealaya mahsustur.
Hatemülenbiya Efendimize salât ve selam getiririz.
Diğer Peygamberler için aleyhisselam deriz.
Ashab-ı Kiram Efendilerimiz için "Radiyallahu anhüm ecmain" (Allah onların hepsinden razı olsun) duasını ederiz.
Âhirete intikal etmiş ulema, fukaha, süleha ve mü'minler için rahimehullah (Allah ona rahmetiyle muamele buyursun) deriz.
Günahkârlar için "Allah taksiratını affeylesin" deriz.
İmanı olan hiç kimseyi, günahı ne kadar çok olursa olsun, ilahî rahmet ve afvden uzak tutmayız.
Gerçek din alimlerine, gerçek fakihlere, gerçek şeyhlere, gerçek mürşid-i kâmillere çok hürmet ederiz. Onları veliyyinimet biliriz.
Din büyüklerini ve ruhbanları kesinlikle tanrılaştırmayız, putlaştırmayız.
Allah'ın izni olmaksızın kimsenin şefaat edemeyeceğini biliriz.
Gerçek alimler, gerçek fakihler, gerçek şeyhler, gerçek mürşidler ücretlerini Allah'tan bekler ve isterler, mahlukattan beklemezler ve istemezler.
Zekâtları Kur'ân'a, Sünnet'e, fıkha ve şeriata aykırı olarak toplayanlar ve sarf edenler hain ve merduttur.
Din ticareti ve bezirganlığı yapılarak elde edilen gelirler ve servetler lanetlidir.
Ulema-i din, fukaha, amme-i din, müfessirin-i kiram, muhaddisin-i zevi'l-ihtiram, eimme-i müctehidîn telif ve tasnif buyurmuş oldukları değerli fıkıh, ilmihal, tefsir, hadîs, ahlak ve tasavvuf kitaplarını telif ücreti, câize, dünyalık elde etmek için yazmamışlardır.
"Bir an önce bol cildli bir tefsir çıkartıp da köşeyi döneyim" zihniyeti lanetli bir zihniyettir.
Yakın tarihin İslâm büyüklerinden Şeyh Adanalı Sami Efendi hazretleri 90 küsur yaşında Medine-i Münevvere'de vefat etti. Kendisine bakan doktorla görüştüğümde şöyle demişti: "Mübarek sanki rölantide yaşıyor, günde aldığı gıda bir ceviz kadardır. Namaz kılıyor, zikrullahla meşgul oluyor, dünyada ölmüş vaziyette yaşıyor..."
Allah'ın yer yüzünde Halifeleri olan sâlih ve velî kişiler "ölmeden önce ölmüş" rütbe ve derecesine yükselmişler, hiçleşmişlerdir.
Riyaset (başkanlık) hırsı cinsel şehvetten 360 derece kuvvetli ve zararlıdır.
Halktan İslâm adına toplanan bütün yardım ve hizmet paraları aşağıda sayacağım şu kutsal değerler için doğru dürüst ve yerli yerinde (Kur'âna, Sünnete, Şeriata, İslâm ahlakına uygun olarak) harcanmalıdır:
(1) İslâm, (2) Kur'ân, (3) Sünnet (4) Şeriat, (5) Fıkıh, (6) Ahlak-ı İslâmiyye, (7) İmamet-i Kübra, (8) Ümmet-i Beyza.
Fıkıh mezhepleri çok faydalı ve lüzumludur ama onlar amaç değildir.
Gerçek tasavvuf tarikatları çok faydalı, çok mübarek, çok lüzumludur ama onlar da amaç değildir.
Her Müslümanın hak ve doğru bir fıkıh mezhebini kabul etmesi ve onu bütün olarak uygulaması gerekir ama mezhepçilik kötüdür. Doğru olan mezhepli olmaktır.
Tarikatli olmak doğrudur, tarikatçilik yanlıştır.
İnanç, fıkıh ve ahlak bakımından Ehl-i Sünnet dairesi içinde cemaat olunabilir ama cemaatçilik, cemaat fanatizmi ve asabiyeti kötüdür.
Her mü'minde Ümmet bilinci olmalıdır. Asıl, temel, esas olan budur. Ümmet bilincine sahip olmayan Müslüman vasıflı ve şuurlu değildir.
Doğru itikada sahip olmayan fırkalar fırka-i dalledir.
Şeriat-ı Garre-i Ahmediyyeye ters düşen bütün itikatlar, ameller, sözde hizmetler hederdir.
İhlassız ameller ve ibadetler hederdir.
Din alimliği ve fakihlik ticarî bir meslek ve sektör değildir, dünyalığa ve zenginleşmeye alet edilemez.
Ümmet-i Muhammed'e en büyük zararı din sömürücüleri vermektedir.
Gerçek mürşidlerin Ümmet-i Muhammed'i aldanmaktan korumaları gerekir.
İlimle aldananlar vardır.
Tasavvufla, hırka ve taçla aldananlar vardır.
Gösteriş için hayır hasenat yaparak aldananlar vardır.
İbadetleri, kendilerini ucba götürenler aldanmıştır.
Ben ben ben diyenler hep aldanmıştır.
Günahkarları hor görüp kendilerini çok beğenenler ve yüceltenler aldanmıştır.
Ramazan çadırlarının kapısına kocaman harflerle "Bu akşamki iftar Hacı Gani Zenginzade tarafından verilmektedir" diye yazdıranlar aldanmıştır.
Allah rızası için yapılmayan ibadetler, nafileler, hayırlar, hasenat makbul olmaz.
Cahil halkın hizmet paralarını cebellezi edenler haindir, merduttur, münafıktır.
Saçı bitmedik yetimlerin, miskinlerin, fukaranın, sürünenlerin haklarını gasb edenler merduttur, mel'undur, haindir.
Râşi de mürteşi de (Rüşvet alan ve veren) cehennemliktir.
İki iftar sofrası:
Birinci sofra: Tarhana çorbası, nohutlu bulgur pilavı, erik kurusu hoşafı, cacık... Bu mütevazı sofra helal para ile hazırlanmıştır.
İkinci sofra: On beş çeşit lüks ordövr (küçük börekler, dolmalar, sucuk pastırma, peynir, zeytin, zeytinyağlılar, bal, reçel, içli köfte, çiğ köfte vs)... Küçük köftelerle yapılmış tereyağlı nefis bir çorba...Bol soğanlı ve kıymalı yumurta... Ana yemek... Fıstıklı, safranlı ve mantarlı pilav... Çeşit çeşit tatlılar... Cacık, salata, turşu, tarama... Beş çeşit tatlı... On çeşit meyva... Dondurmalar... Çaylar, kahveler... Ayran, meyve suları, meşrubat...
Bu ikinci sofra kara haram para ile hazırlanmıştır. Birinci sofra hayırlıdır, ikici sofra ateştir, cehennemdir.
Sevgili din kardeşim sakın aldanma, kanma, yanma...
Biz bütün ömrü boyunca buğday ekmeği ile eti bir arada doyasıya yememiş olan Hâtemülenbiya Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellemin ümmetiyiz...
Kurtuluş doğruluktadır, dürüstlüktedir.
Kurtuluş ihlastadır.
Kurtuluş nefs-i emmaresini tebrie etmemektedir. (Aklamamaktadır).
Kurtuluş, Allahın lütf etmiş olduğu nafakayı paylaşmaktadır.
Kurtuluş helal ve tayyib kazançtadır.
Muhterem okuyucularımın ve bütün din kardeşleriminRamazan-ı şeriflerini tebrik eder, hayır dualarını beklerim...
Allahü Teâlâ hazretleri bizleri aldanmaktan, ayağımızın kaymasından, lüksten, israftan, tenperestlikten, gurur, kibir ve ucbtan, şeytanın tuzaklarına düşmekten, haram yemekten, Altın Buzağı'ya tapmaktan, kafirler gibi yedi mideyle tıkınmaktan, kardeşlerimiz aç gecelerken tok sabahlamaktan muhafaza buyursun.Devamını Gör
LEKALEM DÜZGÜN
İnadına Erbakan diyenler oldukça!
Erbakan'ın siyasete adım atması ile birlikte Erbakan'ı siyaset dışı bırakma çalışmaları da başlamıştı!
Erbakan'ı bizlerden çok daha iyi tanıyan ve ne yapmak istediğini bilen malum mihraklar "Erbakansız bir siyaset" için kolları sıvamışlardı!
Su uyur düşman uyumaz derler!
Erbakan düşmanları da hiç uyumadılar ve Erbakan'ı siyaset dışı bırakabilmek için ellerinden ne geliyorsa hepsini yaptılar!
Sözlerini alaya alarak Erbakan'ı küçük düşürmeye çalıştılar ama bu yöntem tutmadı!
Erbakan'ı boş hayallerin adamı olarak takdim etmeye çalıştılar ama bu da tutmadı!
Onlar ne kadar Erbakan'ı siyaset dışına itmeye çalışsalar da Erbakan siyasette önemli dönüşümlere yol açacak adımları atmayı hep başardı!
Erbakan'ı dışarıdan yıkamayacaklarını anlayan çevreler bu defa içeriye göz diktiler!
Erbakan'ın çevresinde toplanan insanları hedeflerine alarak ve onları kötüleyerek netice almaya çabaladılar!
Bu çabada sonuçsuz kaldı çünkü Erbakan dava arkadaşlarına hep sahip çıktı!
Erbakan'ı siyaset dışı bırakmak isteyen çevreler bu yöntemde para etmeyince bu defa Erbakan'ın yakın çevresine göz dikerek onlara Erbakansız iktidar vaatlerinden bulundular!
Nitekim bu vaatlerini yerine getirdiler ve onları iktidara taşıdılar! Erbakan ise aleyhindeki tüm sözlere ve çalışmalara rağmen muhaliflerini hep kardeşi olarak gördü ve onları hiç dışlamadı!
Erbakan'ın bu kimseyi dışlamama ve herkesi kucaklama gayreti maalesef kimileri tarafından yanlış algılandı ve "bir zaaf" olarak görülmeye başlandı!
Erbakan'ın bu merhameti inancından ötürü değil de güçsüzlüğünden ötürü gösterdiği gibi varsayım giderek yaygınlaştı!
Erbakan'ı siyaset dışı bırakmak isteyen çevreler giderek Erbakan ismi etrafındaki çemberi genişlettiler ve sadece Erbakan'ın değil oğlunun kızının da siyaset dışı kalmasını istemeye başladılar!
Ve bunu ilkeli siyasetin gereği gibi göstermeye çalıştılar!
Erbakan'ın oğlu dışlanırken başkalarının oğulları baş tacı edildi!
Bütün bunlar elbette sebepsiz ya da nedensiz değildi!
Erbakan'ın siyasete adım attığı ilk günden bu yana gayet planlı ve programlı bir Erbakan aleyhtarlığı sürdürülmektedir!
Zira hasımları bilmektedir ki Erbakan kolaylıkla baş edebilecekleri bir siyasetçi değildir!
Ondan kurtulabilmenin tek yolu O'nu siyaset dışı bırakmaktan geçmektedir!
Bunu sağlayabilmek için de çemberi giderek genişletiyor ve sadece Erbakan'ı değil birinci dereceden yakınlarını da "saf dışı" bırakarak sonuç almaya çalışıyorlar!
Bütün bu olumsuz çabalara karşı hala "İnadına Erbakan" diyen kadroların bulunması ise tek teselli kaynağımızdır!
Lekalem düzgün
lekalem@hotmail.com
MİLLİ GÖRÜŞ LİDERİ PROF. NECMETTİN ERBAKAN AÇIKLAMA YAPTI
Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN Saadet Partisi Büyük Kongresi ile ilgili olarak açıklama yaptı..
İŞTE O AÇIKLAMA:
“Milli Görüş Camiamızın çok aziz ve muhterem mensubu kardeşlerim! Hepinizi gözlerinizden öpüyor, hürmetle ve muhabbetle selamlıyorum.
İktidara yürüyen Saadet Partimizin 11 Temmuz 2010 Pazar günü yapılan Olağanüstü Kongre sonrası kamuoyunda tereddütler meydana getirmek için gösterilen faaliyetler karşısında aşağıdaki gerçeklerin açıklanmasında yarar görülmüştür.
Milli Görüş Camiası 11 Temmuz günü mevsim itibariyle elverişli olmayan şartlara rağmen büyük bir coşku ve heyecanla canlı bir kongre yapmıştır. Ve fakat kongre önümüzdeki seçim çalışmaları döneminde birlik, beraberlik, kardeşlik, sevgi ve heyecanla çalışmayı temin bakımından istenen neticeyi vermemiştir.
Bunun sebebi iyi niyetle daha iyisini yapacağız zannıyla partimizi davasından, gaye ve temel esaslarından uzaklaştırmaya yönelik bir takım arzuların yürürlüğe konulmak istenmesidir.
40 Yıllık Milli Görüş davasının tek temsilcisi olan Saadet Partimizin ana hedef, gaye ve esaslarından uzaklaştırılmasını ve diğer partilere benzer bir parti haline getirilmesini camiamız mensubu hiçbir şuurlu kardeşimiz tasvip etmez.
Bu durumda partimizi bütün diğer partilerden üstün kılan mevcut 60 partinin benzeri 61. bir parti olmaktan muhafaza etmek, temel esaslarımızdan uzaklaşılmaması için elden gelen her türlü gayreti göstermek, Milli Görüşe inanan her kardeşimizin inancının gereğidir.
Temel esasların muhafazası için ve seçime giderken birlik, beraberlik, sevgi ve kardeşlik örneğinin ortaya konulması ve bunların YENİ BİR KONGRE ile en kısa zamanda bütün milletimize gösterilmesi milli bir görevdir.
Çünkü, mevcut yönetimde yer alan milli görüşçü kardeşlerimizin her birinin kıymetli olduğunu biliyoruz. Ancak temel esasların muhafazası için tek tek şuurlu olmak yetmez, ekip olarak temel esasların muhafazasına özel itina gösteren bir yapıda olunması da zorunludur.
Yeni yapılacak Büyük Kongrenin takdiri ile bu ekibin teşkil edilerek hep beraber tek bir vücut halinde kardeşlik, sevgi ve heyecanla önümüzdeki atılımı gerçekleştirmek için camiamızın üzerine düşen görevi en büyük başarıyla yerine getireceğine inanıyorum.
Bu meyanda gerek temel esaslarımızda en mühim yeri işgal ettiği için, ne gerekse camiamızın her zaman şiarı olduğu için yapılacak bu kongrede bütün delegelerimizin ve mensuplarımızın hiçbir ayırım gözetmeden bir birlerini sevgi ve saygıyla kucaklayacaklarına yürekten inanıyorum.
Camiamızın mensuplarının her birini ayrım yapmaksızın gözlerinden öpüyor, bağrıma basıyorum”.
Tevfik Allah’tandır.
Zafer İnananlarındır ve Zafer Yakındır.
lekalem düzgün antalya
ÜLKÜCÜ VİCDANLARA SESLENİYORUM
MHP eski İl Başkanı Av. Nizamettin Sağır’ın antalyaguncel.com adlı internet sitesinde benim daha önceden anayasa değişikliğinde MHP’nin tavrını eleştiren yazıma verdiği cevaba karşı bu yazıyı kaleme alıyorum. Sayın Sağır beni “yalancı olmak ve münafıklıkla” suçlamış. Bende “algılama zafiyeti” tespiti yapmış, bana “sığ” demiş ve bizim “AKP’ye verdiğimiz desteğe kılıf bulmak” gayretinde olduğumuzu iddia etmiş. Hepsi yanlış ve hepsi kişi haklarını incitici laflara karşı kendisi yaşça ve siyasette kıdemce benden büyük olduğu için ağır cevap yazmayacağım. Ama yazma hakkımı saklı tutuyorum. Ve kendisine Hukuk Fakültesi 1. Sınıfta okutulan “Hukuk başlangıcı” kitabında “normlar hiyerarşisi” başlığı altında incelenen ama hiyerarşiye tabi olmaksızın bir hissi tabi olarak var olması gereken “ahlak normları” çerçevesinden uyarıyorum; Sayın Sağır, beni eleştirebilirsiniz ama hakarete asla tahammül edemem. Lütfen kendinize geliniz.
Ey ülkücü vicdanlar; Şimdi size seslenmek istiyorum.
Adı geçen sitenin bir diğer ülkücü yazarı Suat Başaran’ın “Göç yolda dizilir” başlıklı 31.05.2010 tarihli yazısında geçen cümlelerden esinlenerek söze başlamak isterim. Sayın Başaran “Ülkücü hareketin tarihi, en azında 12 Eylül sonrasında; sorumsuzluğun, terkedilmişliğin ve satılmışlığın hikâyeleriyle doludur” diye yazmış. Ve şu cümlelerle devam etmiş “‘Ülkücü’ kelimesine üzerimize örtü olarak almışız ve bu örtünün altında, ‘örtü’ nün adıyla adlandırılıyoruz... Sadece bir örtü ‘ülkücülük’ ; her birimizi örten bir örtü… Sadece fikrimiz değil, ahlâk algılayışımız bile farklı… ‘Yalan’a ‘iman hassasiyeti’yle yaklaşanla, yalan söylemeyi alışkanlık haline getirenler aynı kutsallık içerisinde adlandırılıyor. Bir çoğumuzun ‘büyük günah’ olarak gördüğü davranışlar kimileri için, ‘yaşam normu’ …” Ve sayın Başaran şu sözlerle devam etmiş “Benim sözlerimin muhatapları ‘particilik’ yapanlar değildir. Bahsetmeye çalıştığım ülkücülüktür… Fikri disiplinin yanında, ahlâki tutarlılığı da içinde barındırması gereken, ülkücülük…”
Ey ülkücü vicdanlar;
Suat Başaran beyefendinin de işaret ettiği çizgi üzerinden yol alarak sesleniyorum. Benim sözüm “adaylık” ve “seçim” üzere endeksli sözde dava adamlarına değildir. Yüreği maneviyatla dolu, milletin değerleri ile barışık, milletin ensesinde boza pişiren “tek parti CHP” dönemi devam ettiricisi siyaset ve bürokrasi mütegallibesine karşı çıkanlaradır.
Sözüm Anadolu bozkırlarında dilinde bir Türkü, elinde orak veya bir kalem, cayır güneşin altında yüreğinde memleketinin sevdasını taşıyan yüreği pörsümemişleredir.
Can ciğer olduğum çok ülkücü arkadaşım oldu. Hala da vardır. “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik” mısrası beni en az sizin kadar heyecanlandırır. “Vatan sevgisinin imandan olduğunu” bilir ve imanın cinsiyet ve ırktan daha mühim olduğunu da bilerek hareket ederim. Bu bakımdan maneviyatçı değerlere sahip ve milletini ve memleketini bu değerler zaviyesinden bakarak seven her ülkücüyü öz kardeşim bilirim.
Ey ülkücü vicdanlar;
Ben bir yazı yazdım ve MHP’nin Anayasa değişiklik teklifine “hayır” oyu vermesini eleştirdim. Ayrılıkçı BDP ile aynı çizgide olmanın yürekleri yaraladığını, tarihi hırpaladığını vicdanları kanattığını, şehitlerin ruhunu incittiğini belirttim.
Vicdanlı ülkücülere ve MHP’li kardeşlerime seslendim de şu soruyu sordum:
“1940’larda tabutluklarda işkence gören Rahmetli Başbuğ ve 12 Eylül öncesinde şehit olan 5.000 genç adam çıksa gelse size ne der? Millete HAYIR ama milletin üzerinde boza pişiren statükoya EVET demenize ne cevap verir? Ayrılıkçı BDP ile aynı safta yer tutmanız onların ruhlarını incitmedi mi?
Ey MHP’li dostlarım, Ülkücü genç kardeşlerim, Anayasa değişiklik teklifini beğenmediğimiz AKP getirdi diye HAYIR’ı otomatiğe bağlayıp aslında ve özünde “MİLLETE ve MİLLET EGEMENLİĞİNE HAYIR” denildiğinin farkında mısınız? “
Evet bu yazıyı yazdım. Kınamak duygusu ile değil üzüntü ile yazdım. Mal bulmuş mağribi gibi yıkmak için değil ülkücü vicdana ters gelen “hayır”ın vicdanlardan döneceğini umarak, yürek sızısı ve Yeniden Büyük Türkiye “ülkü”müzü inşa etmek hissi ile yazdım.
Ama bunun karşısında hakaret ve hukuk adamlığına yakışmayan ve hukuk nosyonu ile uzak yakın bağı olmayan bir cevap aldım. Yazdığımı Av. Nizamettin Sağır lütfedip yazısının içeriğine de aldığından tekrarlamayacağım.
Sayın Sağır’ın yazdıklarına kısaca cevap yazmak isterim:
Madde 20’de getirilen özel hayatın gizliliği başlıklı düzenleme kişi haklarını ve bilgi güvenliğini anayasal düzeyde korunmayı hedefleyen bir düzenlemedir. Av. Nizamettin Sağır’ın cevap metninde belirttiği madde’nin haricinde “herkesin kişisel verilerini koruma, kullanma ve saklama “hakkını münhasıran kişinin tekeline bırakan ve kanunda yazılı olmayan haller haricinde kişisel bilgileri toplamak, kullanmak gibi hususlar bir nev’i anayasal suç haline getiren bir düzenlemedir.
Eski metinden daha ileri düzeyde bireylerin şahsi bilgileri teminat altına alıcı bir düzenlemedir.
MHP’nin 8 Kasım 2009 tarihli parti programının “Özel hayatın gizliliği ve dokunulmazlığı” başlığı altında vaat edilenler ile anayasa değişikliği birebir uyumludur.
Madde 23’de getirilen düzenleme kişilerin seyahat hürriyetini daha önce idarece yani hükümet organlarınca kısıtlanması mümkün iken yeni halde ise mahkeme kararını zorunlu hale getiren bir düzenlemedir. Seyahat kısıtlamasını idare tasarrufundan çıkartıp bağımsız mahkemelerin hak ve yetkisine veren bir düzenlemenin eleştirilmesinin hukuk adamlığı ile bağdaşır hiçbir yanı yoktur. Bu madde ile insanlarımızın seyahat hürriyetini Mussolini İtalya’sı, Esat Suriye’si gibi baskı rejimine sahip ülkelerde olduğu gibi hükümet adamının iki dudağı arasından alıp hukukun güvencesine bırakılmasının yadırganmasının nasıl bir ruh hali ile yapılabildiği anlaşılamamaktadır.
41.madde: Sayın Sağır’ın TBMM’den geçen metni okumadığı anlaşılıyor. Çünkü 41. maddeye yapılan ekleme çocuk istismarını önlemeyi ve çocuğa karşı şiddeti önleyici tedbirler alınmasını başlı başına bir anayasal devlet görevi haline getiriyor. Bu maddeye hiçbir yeni husus eklenmedi demek için kör olmak gerekir.
Memurların toplu iş sözleşmeleri ile ilgili düzenleme mevcudundan ileridir. Sayın Sağırın belirttiği gibi grev hakkının verilmemesi eksikliktir. Eski metindeki grev ve lokavt hakkına sınırlamalar getiren hükümler kaldırılmış ve ileri bir adım atılmıştır. Toplu görüşme yerine toplu sözleşme ileri bir adımdır. Ama yeterli değildir.
Kamu denetçiliği AB’ye MHP dönemi hükümetinin verdiği Ulusal Programının bir ürünüdür. Hükümeti değil kamuyu denetleyecektir. Bireylerin idare ile olan münasebetlerinde birey lehine tasarruflarda bulunabilecektir. TBMM’nin dilekçe komisyonu gibi havale kurumu olmaktan ileri aktif bir denetim kurumu olacaktır. Bizim tarihimizde de bu vardır. Muhtesip veya divan-ı mezalim Osmanlı’nın ombudsmanıdır. Zaten Avrupa’ya ombudsmanlık bizden kopya edilerek geçmiştir. Neredesin ey tarih şuuru deyip söze devam edelim. Şimdi ombudsmanın milletin seçtiği TBMM tarafından seçilmesini eleştirmenin mantığını anlamak mümkün değildir. Bundan daha normal ne olabilir. Nedir sizin millet ile derdiniz. İllaki atama usulü ile mi olmalı.
YAŞ Kararları ile ihraç edilenlere yargı yolu açan düzenlemenin eleştirilmesi akla mantığa ve hukuk adamlığına aykırıdır. Kars’tan bir delikanlı subay olacak. Namaz kıldı diyerek ordudan atılacak. Avukat olarak bu kişiyi savunması siyasetçi olarak bu uygulamayı eleştirmesi gereken bir kişi çıkacak YAŞ kararlarına karşı bağımsız mahkemelerce bu kararın denetlenmesine imkan verecek bir düzenlemeyi demokrasiye katkı sağlamayan bir düzenleme olarak değerlendirecek ve aksi düşünenleri de akıl sahiplerinin idrakine havale edecek. Ancak bu kadar olabilir. YAŞ kararları ile ordudan atılan 2.000 kişinin en az yarısı MHP’lidir. Onlardan biri ile karşılaşırsanız bu tezinizi ona da anlatıverin bakalım nasıl karşılanacaksınız. Bir kurulun ben yaptım oldu mantığını ortadan kaldıran ve mahkeme denetimini mümkün kılan bir düzenlemenin AVUKAT kimlikli bir kişi tarafından eleştirilmesinin takdirini kamuoyuna bırakıyorum.
ANAYASA Mahkemesinin üyelerinin seçimi hususunda yapılan değişikliği “akla ziyan mantık” olarak değerlendiren Sayın Sağır’ın “Gerçek:Yapılan düzenleme gerçekleşir ise; Anayasa Mahkemesi Üyelerini Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanını TBMM seçer, vd.” sözlerini hayretle okudum. Günaydın Sayın Sağır, artık Cumhurbaşkanını TBMM değil milletin bizatihi kendisi seçecek. Milletin bizatihi kendisinin seçtiği bir cumhurbaşkanının mahkemeye üye atamasına karşı çıkmak millete karşı çıkmaktır. Ve bunun milliyetçilikle izahı asla mümkün değildir.
2003 yılında Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin başkanlığında hazırlanan mahkemenin yapısının değiştirilmesi ve üye atamalarına ilişkin düzenlemelere de uygun bir değişiklik olan metnin Sağır Sağır’ın dediği gibi bir kısır döngü meydana getirmesi mümkün değildir.
Mevcut Anayasa’ya göre tüm üyeleri Cumhurbaşkanı atamaktadır. Şimdiye kadar buna ses çıkarttınız mı? İtiraz ettiniz mi? Soruyorum cevap veriniz. Mevcut Anayasa’da Cumhurbaşkanı üyelerinin tamamını yani 15 kişiyi atama imkânına sahipken bu yeni değişiklik ile üye sayısı 19’a yükseltilmiştir. Ama Cumhurbaşkanının atayacağı üye sayısı ise şimdiki mevcudun altına çekilmiştir.
Anayasa mahkemesi üyelerinin milletin seçtiği Cumhurbaşkanınca seçilmesine karşı çıkanlar hadi delikanlı iseniz “Anayasa Mahkemesi üyelerini millet doğrudan seçer” diye bir hüküm getirelim. Ama siz kesin buna da karşı çıkarsınız çünkü milletin yönelişleri ile sizin bütün derdiniz.
Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı yerinde bir düzenlemedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmanın önüne geçmek için ortaya konulmuş yeni bir iç hukuk yoludur. Bunu da hukuk adamlığı nosyonu dışında kahve köşesindeki Hasan ağa ağzıyla “amaç; mahkemeyi çalışamaz hale getirmek” şeklinde izah etmek akla ziyandır.
HSYK idari bir kurumdur. Şu an binası ve bütçesi bile yoktur. Yeni düzenleme ile bir genel sekreterliğe ve özerk bütçeye kavuşmaktadır. 3 daireli olarak teşkilatlandırılmakta 21 asıl 10 yedek üye olarak sayısı artırılmakta, Adalet Bakanlığında olan hâkimleri denetleme yetkisi HSYK’ya devredilmektedir. Son derece ileri bir düzenlemedir. Üyelerinden 7 asıl 4 yedek üyesi şimdiye kadar hiç olmadığı şekilde seçim yapılarak birinci sınıfa ayrılmış hakim ve savcılarımız tarafından, 3 asıl 2 yedek üyesi Yargıtay Genel Kurulu tarafından, 1 asıl 1 yedek üyesi Danıştay genel Kurulu tarafından seçilecektir. Seçim sistemi de demokratik hale getirilmiştir.
Sayın Sağır değişiklik metnini hiç okumamıştır. Kurul’un TBMM’nin kontrolüne verildiğini iddia etmektedir. Göbeğimi çatlatırcasına gülüyorum. TBMM ile HSYK üye seçiminin ne alakası var.
12 Eylüle yargı yolu açılması meselesine ben cevap vermeyeceğim. 12 Eylül zindanlarında işkence gören ülkücüler cevap versinler. 12 Eylül askeri darbesinin ardından ceza evinde işkence gören ülkücüler, anayasa değişikliği paketine destek için 10 Nisan 2010 tarihinde bir deklarasyon yayımladı. Binlerce mağdur adına deklarasyona imza koyan 38 ülkücü Deklarasyonda "Mevcut yapıda yargının bir muhalefet partisi gibi hareket ettiği anlaşılmıştır. Hükümetin mevcut anayasa değişikliği taslağı, Türkiye'yi tek parti ideolojisinden kurtaracak ve devleti CHP'nin olmaktan çıkarıp milletin yapacak düzenlemeleri de içerdiğinden, bir Türk milliyetçisi olarak destekliyorum." dediler.
lekalem DÜZGÜN ALANYA
Ezan Arapça Okunacak Namaz Arapça Kılınacaktır
Hiçbir devlet, rejim ve ideolojinin Müslümanların ibadet diline karışmaya hakkı ve salahiyeti yoktur.
Ezan Arapça okunur, namaz Arapça dua, sure, ayetler ve tesbihatla kılınır. Buna kimse karışamaz.
Laiklerin böyle bir karışmaya asla hakları yoktur.
Biz Müslümanlar dinî bilgilerimizi şu kaynaklardan öğreniriz:
Allahın Kitabı Kur'andan.
Peygamberimizin Sünnetinden.
Müctehid imamlarımızın ictihadlarından, fıkıh sistemlerinden.
Yedi tabakaya ayrılan icazetli fakihlerimizden.
Muteber ve güvenilir din kitaplarından.
Hiçbir dinsiz bize dinimizi öğretemez ve din konusunda baskı yapamaz.
Adam Yahudi, azılı İslam ve Müslüman düşmanı, asıl adı olan Moiz Kohen'i gizliyor, yerine buram buram Oğuz Türkçesi kokan Tekin Alp takma adını kullanıyor ve içinde "Kahr Olsun Şeriat!" başlıklı bir bölüm bulunan kitap yazıyor. Ben dinimi böyle bir kafirden öğrenmem.
Müslümanlar dinlerini bozuk ve sapık ilahiyatçılardan da öğrenmezler. (İlahiyatçıların hepsi bozuk ve sapık değildir, ben öyle olanları kasd ediyorum.)
Türkiyeli Müslümanlar dinî bilgi ve hükümleri Ebû Hanife'nin ve İmamı Şâfiînin yolundan giden fakihlerden öğrenir.
Ben dinimi azılı Farmason Afganî'den öğrenmem.
Dört mezhebe aykırı uyduruk ictihadlar yapan, bozuk fetvalar veren dall ve mudil kişilerden de öğrenmem.
Adamın alnı secdeye varmıyor ve kalkmış "EzanTürkçe okunsun, namaz Türkçe kılınsın" diye yaygara kopartıyor. Bu kişi ne karışıyor Müslümanların dinine, ibadetine?
1950'de Demokrat Parti iktidar oldu ve Arapça Ezanı yasaklayan kanunu kaldırdı ama Türkçe ezanı yasaklamadı. Bu kanun çıkar çıkmaz ülkenin on binlerce camiinden Arapça ezanlar okunmaya başlandı; bir tek, evet bir tek camide bile Türkçe ezan okunmadı. Halbuki Türkçe okumak serbestti.
Kendilerine çok güveniyorlarsa ezan konusunda bir referandum yapsınlar, bakalım halk ne diyecek?
Türkçe ezan ve ibadeti dindarlar istemez, sadece bir avuç dinsiz ve şaşkın ister.
Ezanımıza, namazımıza, Kur'anımıza, fıkhımıza karışmasınlar.
Milletin din, inanç, ibadet, inandığı gibi yaşamak haklarına saygı göstersinler.
İslam evrensel bir dindir. Hangi ırka, millete, lisana mensup olursa olsunlar Müslümanlar Kur'an diliyle ezan okur, ibadet ederler.
Biz Yahudilerin İbranice ve Ladino diliyle ibadet etmelerine karışıyor muyuz?
Çok milliyetçiyseler Türkçeyi istila eden İngilizce kelime ve tabirlerle mücadele etsinler.
Ezan Arapça okunacak, namaz Arapça kılınacaktır.
Arapça bütün Müslümanların müşterek (ortak) din dilidir.
Dinsizler ve sapmışlar bizim dinimize karışmasınlar, bize baskı yapmasınlar.
* (İkinci yazı)
Siyasette Vefa Yoktur
Siyasette asla vefa yoktur, hiç kimseye güvenmemelisiniz.Baykal'ın ne kadar çok dostu vardı. İçlerinden kaç kişi vefalı çıktı?
Siyaset bir devdir, çocuklarını yer.
Mânend-i div beççelerin iltikam eder
Köhne rıbat-ı dehr aceb âşiyânedir.
Büyük siyasetçilerin dışında herkes menfaatini düşünür. Normal ve sıradan politikacılar hodkâm ve hodperesttir.
Dostunun başarısı artmaya, şöhreti ve nüfuzu kendisinkini aşmayagörsün o derin dostluk oracıkta biter.
Dostu kendisinden aşağıda olursa ne âlâ.
Dostu kendisine eşit olursa rekabet ve soğukluk başlar.
Dostu hizmette, şöhrette, halkın rağbetini kazanmakta kendisini aşarsa önce gizli, sonra açık düşmanlık başlar.
Klasik politikacı kendisine iman etmiş adamdır.
Bir kovanda iki arı beyi olamayacağı gibi siyasî bir kuruluş ve cephede de iki lider olamaz.
Yakında siyaset arenasında bazı dostlukların bittiğini,
Radikal hesaplaşmalara gidildiğini,
Eski dostların harcandığını... göreceğiz.
Âyine-i devran bakalım neler gösterecek?
* (Üçüncü yazı)
Eyvah Müslümanlar Üniversite Açacak!..
Sabataycılar ve benzeri egemen azınlıklar feryat ediyor, "Medreseler diriltiliyor" diye yaygara kopartıyor.
Neymiş Vakıflar idaresi iki özel üniversite kuruyormuş... Bundan daha tabiî, normal, faydalı, iyi ne olabilir? Tıp, hukuk, iktisat, tarih, edebiyat bölümleri olacak bir üniversiteden bu devlete, bu ülkeye, bu halka ne zarar gelir?
Hiçbir zarar gelmez ama Sabataycıların, Statükocuların, askerî vesayet rejiminin, resmî ideoloji dinine bağlı olanların işine gelmez.
Sabataycıların bu ülkede liseleri, üniversiteleri yok mudur? Vardır...Onlar zararlı olmuyor da, Müslümanların liseleri, üniversiteleri açılırsa zararlı olurmuş.
Başta ABD olmak üzere dünyanın çeşitli medenî, demokrat, ileri, güçlü ülkelerinde Hıristiyan ve Yahudi üniversiteleri vardır. Amerika'da Dr.Moon dininin üniversitesi vardır ve bizden aykırı bir ilahiyatçı orada ders vermiştir.
Medreseler hortlatılıyormuş... Ne büyük hezeyan...Bu memleket Müslümandır ve Müslümanların kendi din hocalarını ve fakihlerini yetiştirmek için devletten bağımsız İslam medreseleri kurmaya hakları vardır.
Laik Fransada bile İslam medresesi vardır ve talebe yetiştirmektedir.
Ortodoks Rumlar Heybeliada ruhban mektebini açtırmak için didinip çalışıyor, Müslümanlar da medreselerin açılması için çalışacaklardır.
Buralarda din ilimleri okutulacakmış. Tabiî okutulacak.
Vakıfların üniversite kurması Atatürkçülüğe aykırıymış... Olabilir... Aykırı olup olmaması Müslümanları bağlamaz ki...
Önemli olan, Vakıfların üniversite açmasının temel insan haklarına aykırı olup olmamasıdır. Kesinlikle aykırı değildir, tam aksine insan haklarına uygundur.
Evet, Sabatay Sevi dinine, Dönmeliğe inananlar nasıl okullar, üniversiteler açabiliyorsa, bu ülkede çoğunluğu oluşturan Müslümanlar da kendi okullarını açacaklardır.
Sabataycılara yeşil ışık, Müslümanlara kırmızı ışık. Böyle adaletsizliğe, böyle eşitsizliğe, böyle çelişkiye rızamız yoktur.
lekalem@hotmail.com
Tarikatlar ve Cemaatler
İslâmî tarikatlar, cemaatler, vakıflar, sivil kuruluşlar doğrudan doğruya kirli siyaset yapmamalıdır.
Hiçbir tarikat veya cemaat ülkeye tek başına hakim olma macerasına girmemelidir.
Senegalde bile bir değil, iki tarikat hayata, siyasete, idareye hakimdir.
Türkiye Müslümanları çeşitlilik içinde birlik olmayı denemelidir.
Gaye tarikat olmamalı, İslam ve iman olmalıdır.
Cemaate mensup Müslüman ile mensup olmayan Müslüman arasında ayırım yapılmamalıdır.
İslamın ölçüsü şudur: Cemaate mensup olmayan Müslüman ilim, irfan, kültür, ahlak, fazilet, ibadet, takva, mürüvvet bakımından, mensup olandan daha üstünse o Müslüman üstündür, mükerremdir.
Cemaate hizmet amaç haline getirilmemelidir.
Cemaat sayacağım şu değerlere hizmet için bir araçtır:
Din... İman...Kur'ân... Sünnet... Şeriat... İmamet...Ümmet... İslam ahlakı...
İslam dini cemaat ve tarikat büyüklerinin erbab (rabler) haline getirilmesini, putlaştırılmasını yasaklamıştır.
Hiçbir tarikat şeyhi ve cemaat hocaefendisi mâsum değildir, ismet sıfatıyla sıfatlı değildir, günahsız değildir, yanılmaz değildir.
Hiçbir tarikat ve cemaat, Müslümanların zekatlarını Kur'ana, Sünnete ve Şeriata aykırı olarak toplama ve yine onlara aykırı olarak harcama hakkına sahip değildir.
Cemaat ve tarikatların Kur'ana, Sünnete, icmâ-i ümmete, şeriata, zaruriyat-ı diniyeye, mevrid-i nassa aykırı inançları, görüşleri, düşünceleri, eylemleri, faaliyetleri merduttur, bâtıldır.
Cemaat ve tarikatlar Ehl-i Sünnet dairesi dışına çıkamazlar.
Cumhur-i ulemâ yolundan ve Sevad-ı Azamdan ayrılamazlar.
Ümmet bütünlüğüne zarar verici işler yapamazlar.
Hiçbir cemaat ve tarikatın, İslam'a ve Ümmete açıkça düşmanlık eden militan, harbî, açık küffarla işbirliği yapmaya hakkı yoktur.
Hiçbir tarikat ve cemaat, Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellemi yalanlayan, onun peygamberliğini inkar eden, onun Hak katından getirdiği kitabı inkar eden, onun dinini reddeden muannid kafirleri ehl-i necat ve ehl-i Cennet olarak kabul edemez, göremez.
Hiçbir cemaat ve tarikatın, bırakınız zaruriyat-ı diniyeyi, İslam'ın en ufak bir ahkâmından bile taviz vermeye hak ve selahiyeti yoktur.
Cemaat ve tarikat büyükleri dünya sultanı değil, (kendilerinde istidat ve ehliyet varsa) mâneviyat sultanı olabilirler.
Harbî Siyonistlerin ve Haçlıların desteğiyle hiçbir tarikat ve cemaat başı Halife olmayı düşünmemelidir.
Müslümanlar arasında meşreb farklılıkları tabiî karşılanmalıdır.
Şu veya bu meşrebten olmak bir nasib meselesidir.
Müslümanların zillet ve esaretten kurtuluşu yeterli sayıda güçlü, vasıflı, üstün, iyi, olgun Müslümanlar yetiştirmeye, bunları kadrolaştırmaya ve elbirliği ile çalışmaya bağlıdır.
Bu iş için tarikatlar, cemaatler, meşrebler arasında işbirliği yapılması şarttır.
Allah katında en üstün Müslüman şu veya bu tarikat veya cemaat mensubu değil; en fazla takvası olan Müslümandır.
Takvalı olmak için ilim, irfan, ahlak, fazilet, hikmet, mürüvvet, fütüvvet, ruh asaleti sahibi olmak gerekir.
Bütün Sünnî tarikatları, cemaatleri, meşrebleri, kuruluşları içine alan ve onları kontrol eden bir Şûra Meclisi kurulmalıdır.
Cemaat ve tarikatların malî kaynakları kontrol edilmelidir.
Tarikat ve cemaatlerin Kur'âna, Sünnete, Şeriata aykırı olarak zekat toplamalarının ve zekat paralarını uygunsuz şekilde harcamalarının mutlaka önüne geçilmelidir.
Tarikat ve cemaatlerin holdingleşmesi son derece yanlış ve tehlikelidir.
Müslüman halk, din büyüklerinin putlaştırılmaması konusunda mutlaka uyarılmalıdır. Mütevâzı olmayan din büyüğü gerçek büyük değildir.
Zaruriyat-ı diniyeye, cumhur-i ulema yoluna, Sevad-ı Azama, İslamın müttefakun aleyh olan ahkamına, Kur'ân ve Peygamber ahlakına aykırı olan hiçbir tarikat ve cemaatte hayır, yümn, bereket ve feyz yoktur.
Bütün islâmî ve Kur'anî hizmetler Ümmet bilinciyle ve Ümmet çatısı altında yapılmalıdır.
Ümmet birliğinde rahmet vardır.
Tefrikada ise azap...
* (İkinci yazı)
Nafile İbadetler Gizli Tutulur
Muhterem kardeşim... "İbadet de gizli, kabahat da gizli..." sözündeki ibadetten kasıt nafile ibadetlerdir. Farz olan namazın kılınması, yine farz olan Ramazan orucunun tutulması, farz olan zekatın verilmesi gizli tutulmaz.
Ezan okunur, camiye gidersin, farz namazı cemaatle kılarsın. Bunda gizlilik mizlilik olmaz.
Lakiiin!..
Gece saat ikide kalktın, teheccüd namazı kılacaksın. İşte bunu gizli yaparsın, kimseye göstermez ve duyurmazsın.
"Dün gece elhamdülillah saat ikide kalktım, bir miktar teheccüd namazı kıldım..." diyerek davul çalanlar münafıktır.
Yine nafile oruç tuttuğunu başkalarına söyleyenler, gösterenler, ihsas edenler de münafıktır.
Sadaka verenler, öyle vermelidir ki, sağ elinin verdiğini sol eli bilmesin.
"Allah kabul etsin ben pazartesi ve perşembe oruç tutarım" diyenler münafıktır.
Filanca cemaat veya Baron geceleri teheccüd kılıyor diye reklam yapılmaz.
Nafile oruç tutan bir Müslüman, oruç tuttuğu anlaşılmasın diye icabında orucunu bozar, başka bir gün kaza eder.
Gece kalktın, nafile namaz kılacaksın... Kimse bilmesin diye perdeleri indirirsin.
Nafile oruç tuttuğunu da kimse bilmemelidir.
Nafile ibadetleriyle övünenler, bunların reklamını yapanlar, ben gece namazı kılıyorum diye davul çalanlar münafıktır, hamdır, yüzey Müslümanıdır.
Ben filan yahut falan tarikata mensubum diye reklam yapanlar da olgun Müslüman değildir.
Tarikat tacıyla, imameyle, hırkayla övünenler derviş değildir. Dervişlik tac ve hırkayla olmaz.
Gerçek bir şeyhe-mürşide intisab ederek tarikatli olan tebrike şayandır.
Tarikatlı olmayıp da tarikatçı olana yazıklar olsun.
lekale@hotmail.com
Müslüman Siyonistleri Savunmaz
Gündem
Tavsiye Et
Yazdır
Paylaş
Yorum Yaz
İslam dini terörü kabul etmez.
Müslümanların, din düşmanlarını dost ve velî edinmelerini kabul etmez.
Müslümanların kâfirlere benzemesini kabul etmez.
İslam dini, Allah katında tek hak din olduğu konusunda müşareket (ortaklık)kabul etmez.
Siyonist ideoloji Museviliğe bile zıt ve aykırıdır. İslam dini, Müslümanların Siyonistlerle ittifak ve işbirliği yapmalarını uygun görmez.
İslam'ı ve Müslümanları yeryüzünden kazımak isteyen aşırı ve militan Evangelistlerle işbirliği yapılmasına İslam izin vermez.
Cennet senin babanın çiftliği mi ki, açmışsın kapısını içine kefereyi dolduruyorsun?
Bir Müslüman, Hz. Muhammed'i inkâr ve tekzip eden, Kur'ânı inkar eden, İslam'ı hak din olarak kabul etmeyen inkarcıların ehl-i necat olduğunu iddia edemez. Ederse dinden çıkmış, irtidat etmiş olur.
Bir Müslüman, Filistin konusunda Siyonistleri haklı, Filistinlileri haksız göremez. Görürse İslam libasını çıkartmış olur.
Bir Müslüman Tevhid inancı ile Teslis inancını bir tutamaz. Tutarsa küfre sapmış olur.
Kur'ân "İbrahim Yehud ve Nasranî değildi, o hanif ve müslimdi" diyor. Hz.İbrahim aleyhisselam için o Yehud ve Nasranî idi diyenler, Kur'ânı inkar ettikleri için kafir olur.
Siyonizmin batıl bir ideoloji olduğunu bilmek ve söylemek için Müslüman olmak gerekmez. İnsaflı Yahudiler bile bunu kabul ediyor.
Zalim İsraili desteklemek mü'mine yakışmaz.
Filistin meselesinde kim haklıdır? Zalim İsrail mi, mağdur ve mazlum Filistinliler mi?
Dinini, imanını, vatanını savunanlar terörist değildir. Onlara terörist demek adalete, insafa, vicdana, hikmete aykırıdır.
Müslümanlara karşı zalimleri savunanlar, onlarla birlikte haşr olmaktan korksunlar.
*(İkinci yazı)
Bozuk ve Kötü Düzen
Devlet ve düzen birbirinden ayırt edilmedikçe müzmin krizi çözmek mümkün olmayacaktır.
Türkiye'de kötü olan, halkına zulm eden, ülkeyi sömürge gibi idare eden devlet değil, düzendir.
Devleti bir şişeye benzetin... Bu şişenin içine su konabilir, süt konabilir, şarap konabilir, idrar konabilir, zehir konabilir...Devlet şişedir, içine konulan sıvı düzendir.
Bizdeki düzen bozuk ve kötü bir düzendir.
Onun bozuk olduğunda dinci de, Marksist de ittifak ediyor.
Bu düzen nasıl bir düzendir.
1. Gerçek ve doğru Cumhuriyete en büyük kötülüğü ve hıyaneti yapıyor.
2. Gerçek demokrasiyi uygulamıyor.
3. Âdil bir hukukun üstünlüğü prensibini kabul etmiyor.
4. Resmî bir ideolojiyi din gibi benimsiyor.
5. Bu bozuk düzen siyaseti, eğitimi, iktisadî faaliyetleri kirletmiş ve dejenere etmiştir.
6. Bu düzen halk çoğunluğuna ikinci sınıf vatandaş olarak bakmakta ve onu ezmektedir.
7. Bu düzen egemen azınlık düzenidir.
8. Bu düzen ayakta kalabilmek için her on senede bir askerî darbe yaptırtmıştır.
9. Bütün medenî ülkelerin üniversitelerinde başörtüsü ile okumak mümkündür ama bizdeki düzen buna izin vermemektedir.
10.Bu düzen çoğunluğa mensup vatandaşları dinî inançlarından, fikirlerinden, tenkitlerinden, görüşlerinden dolayı mahkûm etmektedir.
11. Bu düzen orduyu, yargıyı, medyayı kendi emelleri ve saltanatı için kullanmaktadır.
12. Bu düzen ülkeye, halka, devlete zarar vermektedir.
13. Bu düzen halkı cahil bırakmıştır.
14. Bu düzen lisanımıza, tarihimize, sanatımıza, medeniyetimize, kimlik ve kültürümüze köstek olmaktadır.
15. Bu düzen ile ülkemizde sosyal adaletin sağlanması mümkün değildir.
16. Bu düzen halkın temel insan haklarını ihlâl etmektedir.
Devletimizi, ülkemizi, halkımızı, cumhuriyetimizi; bütün yasal, ahlâkî yolları ve imkanları deneyerek bu bozuk düzenin elinden kurtarmak gerekir.
Gerçek hürriyet istiyoruz.
Gerçek ve doğru Cumhuriyet istiyoruz.
Gerçek ve kısıtlamasız demokrasi istiyoruz.
Vesayet düzeni istemiyoruz...
Resmî ideoloji zincirlerinden kurtulmak istiyoruz.
İngiltere, Norveç, İsveç, Finlandiya ve diğer medenî ülkeler halkı gibi hür ve serbest olmak istiyoruz.
Kirli ve zalim düzen istemiyoruz... Düzenin gölgesinde kazanılmış 300 milyar dolarlık kara para birikimi istemiyoruz.
Şiddete yönelik olmayan inanç, düşünce, görüş ve tenkitlerimizden dolayı zulme, baskıya maruz kalmak istemiyoruz.
Çocuklarımızı resmî ideolojiye göre değil, millî kimlik ve kültürümüze göre yetiştirmek istiyoruz.
Âdil medenî kanun istiyoruz.
Âdil ceza kanunu istiyoruz.
İnançlarımıza uygun bir hayat sürmek istiyoruz.
Hırsızlık, talan, soygun, yolsuzluk; devlet ve belediye bütçelerinin hortumlanmasını istemiyoruz.
Kendi vatanımızda inanç ve fikirlerimiz yüzünden korku ve güvensizlik içinde yaşamak istemiyoruz.
Saçma sapan çağ dışı tabular istemiyoruz.
Adalet istiyoruz, bilgelik istiyoruz, ilim ve irfan nurları istiyoruz, ahlâk ve fazilet istiyoruz, temizlik ve şeffaflık istiyoruz, sosyal güvenlik istiyoruz.
Yalan dolan, aldatma, hile istemiyoruz.
Temizlik ve şeffaflık notu yüksek bir Türkiye istiyoruz.
lekalem düzgün
İsrailin Gözlerini Kan Bürümüş
Hani Yahudiler çok akıllı, zeki, kurnaz bir milletti... Tam tersine, son hadise hiç de akıllı ve bilge olmadıklarını açıkça gösterdi. Yaptıkları bir tür intihar, kendi kuyularını kazmak değil midir?
Filistinlilere gıda ve inşaat malzemesi götüren barış gemilerine saldırdılar ve vahşice kan döktüler.
Kan dökmeden de gemileri durdurabilirlerdi...
Gözlerini kan bürümüş.
Bütün Yahudileri kast etmiyorum. Gemilerde Siyonizme karşı olan Yahudiler de vardı.
Bütün dünya İsrail'i lanetliyor.
İsrail, böyle giderse üçüncü dünya savaşının patlamasına sebep olacaktır.
Peki Türkiye bu son durumda ne yapacaktır?..
Edebiyat yapacaktır: Bu bir korsanlıktır...Bu bir vahşettir... Bu karşılıksız kalamaz...
İsrail ile Türkiye arasında bundan önce de sürtüşmeler olmuştu, hele elçimize yapılan aşağılama ve hakaretten sonra ipler iyice gerilmişti ama o hadiseden sonra Yahudi devletinden çok pahalıya on adet insansız uçak satın almıştık. Onlar da bir işe yaramamıştı...
PKK'nın ipleri kimlerin elindedir? PKKkendi kendine oluşmuş bir Kürt hareketi midir sanıyorsunuz? İsrail kurulduğu 1948 tarihinden bu yana Kürtlerle "yakından" ilgilenmektedir. Türkiyenin Kürtlerin yaşadığı bölgesinde hayli Kürt Yahudisi vardı. Bunlardan bir kısmı İsraile göç ettiler ve hatta içlerinden biri bir ara Genelkurmay başkanı oldu. Türkiyede kalan Yahudiler de kimlik değiştirdiler, bir kısmı Alevî, bir kısmı Sünnî kökenli oldu.
Hatırlar mısınız, son on sene içinde büyük bir Türkiyeli İsrail'e gitmiş ve başında Yahudilerin kutsal şapkası "Kippa" olduğu halde Kudüs'teki Ağlama Duvarı önünde dua etmişti.
Hatırınızdan hiç çıkartmayın: Yirminci asırda iki Yahudi rejimi kurulmuştur.
Başhaham Hayim Nahum'un Lausanne Konferansının ikinci bölümünde oynadığı rolü biliyor musunuz?
Yıllarca yazıp durdum: Çok ciddî bir "Türkiye Yahudilerini ve Sabataycılarını Araştırma Enstitüsü" kurulsun...Çok iyi İbranîce bilen Müslümanlar yetiştirilsin ve yakın tarihimiz doğru ve dürüst şekilde incelensin.
Neturei Karta cemaati Yahudileri Türkiye'ye davet edilmeli, onlara bütün kolaylıklar gösterilmeli, kurslar açılmalı ve yeterli sayıda Müslümana mükemmel İbranîce, Yahudi teolojisi ve kültürü öğretilmelidir. Tabiî ki böyle bir şeyi devlet yapmamalıdır. Bunca sivil kuruluşumuz var, onlar yapmalıdır.
Bütün Yahudileri aynı kefeye koymak basitliğinden ve ucuzluğundan da artık kurtulmalıyız. Hem bizzat İsrail'de, hem de dünya üzerinde Siyonizme ve ırkçı devlete karşı olan Yahudi düşünürleri, filozofları, edipleri, tarihçileri, sanatkârları, bilgeleri vardır. Bunlarla da görüşmemiz, konuşmamız, işbirliği yapmamız gerekir.
Antisiyonist Yahudi düşünürlerinin başında İsrael Shamir gelir. Onun internet sitesine (On küsur lisandadır) en az haftada bir inceleyiniz. İyi İngilizce bilenler bu siteyi kesinlikle ihmal etmesinler.
Üçüncü dünya savaşı patlarsa gözlerini kan bürümüş Siyonistler önce Ortadoğuyu, sonra bütün dünyayı yeni bir taş devrine döndürecek çılgınlıklar yapmaktan çekinmezler.İnsanî yardım taşıyan gemideki mâsum ve silâhsız insanları vahşice katl edenler savaşta neler yapmaz...
Bakalım kriz nasıl gelişecek, hangi yönlere uzayacaktır? Peşin hükümler vermekten kaçınalım.
Türkiyenin ilk yapacağı iş saldırgan ve merhametsiz İsraille ticarî ilişkilerini daha aza, en aza indirmektir, hattâ sıfırlamaktır.Acaba Ankara iktidarı bu dediğimi yapabilir mi?
Bir ara yağlı ballı ücretlerle İsrail ile tank yenileme ve tamiri anlaşması imzalanmış, Siyonist devlete milyarlarca dolar ödenmişti. Tanklar (veya bir kısmı) hâlâ İsrailde midir?Eğer bir kısmı tamir edilip gönderilmişse tamirat işe yarar şekilde yapılmış mıdır?
Ne günlere kaldık... Dünyadan ve Türkiyeden Gazze halkına insanî yardım götüren barış gemisine saldırılıyor, kan dökülüyor, devletimizin itibarı kırılıyor...
Savaş mı ilan edelim? Ben öyle bir şey söylemedim...
Korsanlıktır, vahşettir edebiyatının yanına lütfen yeteri kadar enerjik ve etkili hareket koyalım.
Elçimizi çağıralım.
Onların elçisini memleketine gönderelim.
Öldürülen siviller için uluslararası mahkemelere ve kurumlara müracaat ederek tazminat ve kınama isteyelim.
Şu anda Siyonizm ve Yahudilik kılcal damarlarımıza, kanımıza, iliğimize kadar girmiş vaziyettedir.
Herkesin değil ama bazılarının protestoları halkın heyecanını yatıştırmaya yöneliktir.
Bakalım devletimiz bu krizde devletliğini gösterebilecek mi?
(Ölenlere rahmet diliyorum, yaralananlara âcil şifalar... Şehitlerin kederdîde ailelerine taziyetlerimi sunarım...)
*(İkinci yazı)
Asılanlara Rahmet, Zâlimlere Lanet!..
Adnan Menderes yaşamış olsaydı bugün 101 yaşında olacaktı. Bu kadar uzun yaşar mıydı? Yaşayabilirdi. Celal Bayar yüz yaşını geçmemişmiydi.
Menderes'i iki bakanıyla birlikte astılar. Halkın oylarıyla seçilmiş koskoca bir başbakanı astılar.
Suçu Anayasayı çiğnemekmiş...Darbeciler o Anayasayı ne yaptılar? Yürürlükten kaldırdılar, çöpe attılar.
27 Mayıs darbesi Türkiye'nin belini kırmıştır.
Ordu iç siyasete karışırsa işte böyle olur.
27 Mayıs 1960 olur.
12 Mart 1971 olur.
12 Eylül 1980 olur.
28 Şubat olur.
Bu darbeler yüzünden Türkiye kaç yıl kaybetmiştir dersiniz? Ben diyeyim 50 yıl, siz deyin 25 yıl.
Ülkemiz hem bunca yıl kaybetti, hem de siyaset, iktisat, kültür, eğitim işleri çamura yattı.
27 Mayıs ne demektir? Birkaç madde sayayım:
1. Yaşayan, zengin, edebî, medenî Türkçenin zincire vurulması; onun yerine uyduruk, öz, duru, sade suya tirit, tutuk, kopuk, sun'î (yapay), Agobî Türkçenin ikame edilmesidir.
2. Yavaş yavaş, ister istemez tasfiye edilecek olan resmî ideolojinin kazık gibi yerinde kalmasıdır.
3. Sivil millî iradenin yerine askerî vesayet ve kölelik rejiminin hakim olmasıdır.
4. İki büyük güç olan Din ile devletin birbirine düşman ve zıt olmasıdır.
5. İktisat, ticaret, maliye işlerimizin frenlenmesi, çıkmaza sokulması, Türkiye'nin geri bırakılması demektir.
6. Bozuk vesayet düzenini ayakta tutmak için halkın Türk Kürt,Sünnî Alevî, Dinci Lâik, Sağcı Solcu, ŞucuBucu diye birbirine düşman kamplara ayrılması, millî ve sosyal barış ve uzlaşmanın berhava edilmesi demektir.
Yeter, beni daha fazla saydırtmayın...
Peki, Adnan Menderes'in, Demokrat Parti iktidarının, komitacı ruhlu Celal Bayar'ın hiç mi kabahatleri yoktu? Olmaz olur mu? Hem de tonla yanlışları, kabahatleri, falsolu siyasetleri ve çarpık stratejileri olmuştur ama onlar halkın oyuyla iktidar olmuşlardı ve yine halkın oylarıyla iktidarı terk etmeleri gerekirdi.
Sen halkın seçtiği bir iktidarı silahla devir, uyduruk bir yüce divan kur, zalimane bir şekilde mahkum edip as. Neymiş efendim:
27 Mayıs devrimiymiş... Böyle devrim olmaz olsun!
27 Mayıs özgürlükmüş. Güleriz onların özgürlüğüne.
İktidar Anayasayı çiğnemişmiş de, falan filan. Siz bu halkı aptal ve sersem mi sanıyorsunuz.
Böyle yalanlara Sabataycılar bile inanmaz. İşlerine geldiği için inanır görünür.
Menderes yüce divanlık suçlar işlemiş...Bu da yalan ve hezeyan. Asıl onu devirenler, asanlar, ülkenin belini kıranlar yüce divanlıktır.
Yakın tarihimizde yüce divana verilmesi gereken iki şahsiyetten biri, 27 Mayıs kışkırtıcısı Millî Şef İsmet paşa hazretleridir.
Adnan Menderes'i devirenler, insanlıktan ve mürüvvetten o kadar uzak kişilerdi ki, sağlık muayenesi yapmak bahanesiyle merhumun bilmem neresine parmak sokmuşlardı!..
Ruh soyluluğuna sahip ahlâklı ve faziletli, adaletli ve insaflı muharip bir düşman bile yapmaz bu rezilliği.
27 Mayısın habîs ruhu ülkemizi, halkımızı, devletimizi gölgeliyor.
Maalesef 27 Mayısın en büyük kışkırtıcısı ve teşvikçisi CHP olmuştur.
Halk oyuyla, millî irade ile seçilmiş iktidarlar ne kadar uygunsuz ve beceriksiz olurlarsa olsunlar, sadece halk oyuyla devrilmelidir.
Türkiye Ortadoğunun Japonyası olabilirdi. Türkiye Güney Kore gibi olabilirdi. Lakin 50 yılda peşpeşe gelen askerî darbeler yüzünden olamadı.
Darbeler bitti mi? Ne bitmesi!..Bugünkü Ergenekon kavgaları nedir?
Allah, Adnan Menderes'in, Fatin Rüştü Zorlu'nun ve Hasan Polatkan'ın taksiratlarını affeylesin. Zalimlere lanet olsun.
Müslümanlar sessiz kalamaz
Batı medeniyetinin var olan sorunları derinleştirdiğini vurgulayan Kutan, "Hem küresel ölçekte hem ülkelerde bireyler yalnızlaştırıldı. Aile çözüldü. Toplumsal dayanışma yok oldu. İnsan soyunun devamı tehlikeye düştü" şeklinde konuştu. "Müslümanlar bunlara daha ne kadar sessiz kalabilir" diye soran Kutan, "Eğer ayağa kalkıp şahlanmaz, haykırmazsan bir gün bu düzen gelir seni de vurur. Mazlumlar ayağa kalkmadan zalimler diz çökmez." İfadelerini kullandı.
İnsanlık İslam'a muhtaç
Bütün dünya halklarını yeni bir dünya arayışa çağırdıklarını ifade eden Kutan şöyle konuştu: "Bunun böyle gidemeyeceği belli oldu. Biz Müslümanlar barışın hakim olduğu bir dünya istiyoruz. İnsanlık her zamankinden çok İslam'ın şefkatine muhtaçtır. Bu zulüm düzeni karşısında gün inananların birleşme günüdür. Fesada karşı inananlar birleşmeli zalimlere karşı birlikte hareket etmelidirler. Kendi medeniyetimizi yeniden inşa etme günüdür."
Erbakan: D-8'lerden 15 gün sonra ABD'den kripto geldi
Mİllİ Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan 54. TC Hükümeti Başbakanı iken D-8 Çalışmalarına başladığını hatırlatarak 15 Ekim 1996 günü Çırağan Sarayı'nda toplantı yapıldığını söyledi. 30 Ekim'de ABD Dışişleri Bakanı'nın ABD Ankara Büyükelçiliği'ne bir Kripto gönderdiğini vurguladı. Söz konusu kriptoda Erbakan hükümetinin Türkiye dış politikasını batıdan ayırıp İslam dünyasına yönlendirmesinden derin endişe duyduklarının yazılı olduğunu aktaran Erbakan, "Kriptoda, bu yapılanın ABD menfaatlerimize aykırı, düşmanca bir davranış olduğu, DYP'nin koalisyon ortağı olması ABD'lilerce gereksiz göründüğü yazıyordu. Görüyorsunuz ki ABD İslam dünyasının birleşmesini, hakkı önceleyen bir düzenin kurulmasını istemiyor. Bunun için de tüm gücüyle çalışıyor" dedi.
Minare kapı yapmalıyız
"İslam birliğini kurmak yetmez. O birliği Siyonizm'e karşı muhafaza etmek de büyük bir görevdir" ifadelerini kullanan Erbakan, "İslam dünyasının hali hazır durumu oldukça dağınıktır. Birçoğunun iç meselesi vardır. Birçoğunun yöneticisi işbirlikçidir" şeklinde konuştu.
Uluslararası güçlerin medya marifetiyle insanları kandırdığını söyleyen Erbakan, "Bütün dünyada Siyonizm'in kurduğu zulüm dünyasının mahkumları vaziyetteyiz. Siyonizm, ifsat propagandaları ile bütün insanlık ifsat ediliyor. İslam dünyası da bunun etkisi altında" şeklinde konuştu. "Bunlara karşı ne yapacağımızın açık bir şekilde oluşturmalı, inanmalı ve minare kapı yapmalıyız" ifadelerini kullanan Milli Görüş Lideri Erbakan, "Her toplantıya aynı şekilde başlıyoruz. Artık mesafe almak zorundayız. Liderler toplantısında planlı çalışa dönemine geçtik. Yeni bir dünyanın projesini hazırlamak, programı yapmak, koordineli bir şekilde adım adım gerçekleştirmek zorundayız" dedi.
"Ya zulüm göreceğiz ya da Milli Görüş'le Saadet dünyasına kavuşacağız"
"Ya zulüm göreceğiz ya da Milli Görüş'le Saadet dünyasına kavuşacağız" şeklinde konuşan Erbakan konuşmasını şu şekilde sürdürdü: "Yaptığımız bu toplantı Saadet dünyasına kavuşmak için yapılan bir organizasyondur. Kuvveti üstün tutan görüş yerine hakkı üstün tutan görüşü egemen kılma toplantısıdır. Doğrunun hak anlayışıyla yanlışın hak anlayışı farklıdır. Yanlış hak anlayışları insanlığı felakete sürükler. "Irkçı emperyalizmin 5 bin 760 yıllık bir tarihi olduğunu belirten Milli Görüş Lideri Erbakan, Kabala'ya göre Siyonizm'in amentüsünü şöyle açıkladı: "İsrail ırkların en üstünüdür. Dünyanın efendisi olmak için Yahudileri Filistin'de toplayacak ardından devlet kuracak ve Mescid-i Aksa yerine Süleyman Mabedi inşa edeceksin. Böylece ebedi dünya hakimiyeti senin olacak." Erbakan, Siyonizm'in bunlar için dünyayı kan ve gözyaşına boğduğunu belirtti.
Kendi BM'mizi kurmalıyız
Konuşmasında "Kendi BM'mizi kurmalıyız" diyen Erbakan "Siyonizm'in kurduğu BM'de figüran olmak zulme hizmet etmektir. Böyle yeni bir dünya kurulmaz. İslam dünyası hâlâ Siyonizm'in bu çalışmalarına ciddi bir refleks göstermedi. 300'ler meclisiyle Siyonizm bütün dünyayı yönetmektedir. Siyonizm timsahının üst çenesi ABD, altı çenesi AB'dir. Kuyruğu İsrail gövdesi ise ne yazık ki işbirlikçi Müslüman yöneticiler, basın mensupları ve iş adamlarıdır. Biz işte böyle bir dünyada yaşıyoruz ve bunların kölesi durumunda bulunuyoruz" şeklinde konuştu.
Kurtulmuş: Menderes ve arkadaşlarını andı
Türkiye Kongrenin protokol konuşmaları kısmında söz alan Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş, "27 Mayıs askeri darbesinin yıl dönümünde bu toplantıyı yapıyoruz. Bu toplantıda ayrıca uluslararası ve ulusal vesayetlerden nasıl kurtulacağız bunu açık şekilde ortaya koymalıyız. Adnan menderes ve arkadaşlarına rahmet, bir daha böyle bir felaketle hiçbir İslam ülkesinin karşılaşmamasını diliyorum ve TSK'nın da bundan sonra askeri vesayete karşı bir bildiri yayımlamasını zorunlu görüyorum" dedi. Bütün insanlığın yeni bir dünyanın kuruluşunu beklediğini ifade eden Kurtulmuş, "1990 sonrasında yeni bir küresel düzen kurulması çalışmaları başladı. Ama yeni bir düzen kurulamadı. 20 yıl geçmesine rağmen dünyayı yönettikleri sananlar ne iddia ettilerse tam tersi oldu" şeklinde konuştu.
Küresel güçlerin hızla silahlanma yarışına gittiklerini ifade eden Kurtulmuş ABD'nin 1,3 trilyon dolar saldırı bütçesi ortaya koyduğunun altını çizdi. Küresel güçlerin vatandaşlık hiyerarşisi kurduğunu söyleyen Kurtulmuş, "İnsanlar arasında ayrımcılık var. Firavun, Nemrut devrinde bile insanlar arasında bu kadar gelir dağlımı adaletsizliği, kaynak israfı yoktu. Aslında yeni bir düzen kurulamamıştır. Bu sebeple Müslüman dünyasının önünde tarihi fırsatlar durmaktadır" ifadelerini kullandı. Dünyada yaşanan krizlerin küresel etkileri olduğunu belirten Kurtulmuş, "Öyle görünüyor ki önümüzdeki dönem yeni krizlere gebe bir dönemdir. Bu bir iktisadi veya siyasal kriz değildir. Bir medeniyet krizidir. Dünyayı üç asırdır yöneten Batı, temel değerleri itibarıyla çökmektedir. Yeni bir paradigmayı insanların önüne koymak Müslüman dünyasının aydın ve siyasilerinin en temel görevlerinden biridir" dedi. Medeniyetlerin asıl gücünün "yumuşak güçleri" olduğunu söyleyen Kurtulmuş, "Sultan Fatih'in İstanbul'u fethetmeden önce Sur içindeki Hıristiyanların gönlünü fethetmişti. Bugün Batı dünyasının yumuşak gücü yıkılmaya başladı. 15 yıl önce New York cazibe merkezi iken bugün kimse bu değerlere itibar etmiyor, buradan barış çıkacağına ihtimal vermiyor" şeklinde konuştu.
Dünya sisteminin hem paradigmasıyla hem de kuruluşlarıyla iflas ettiğini belirten Kurtulmuş, "Bu dünyayı yönetenler bile bunun artık böyle gidemeyeceğini söylüyorlar. IMF, Dünya Bankası, NATO, neredeyse bütün kurumlar ya fonksiyonunu yitiriyor ya da yeni fonksiyon arıyorlar. Bu da bize adil bir dünyanın kurulabilmesi için mekanizme oluşturmaya fırsat sunuyor. İslam dünyası, bütün mağdurların sesi olacak bir mekanizmayı kurmak zorundadır" ifadelerini kullandı.
Bu fırsat ilelebet önümüzde durmaz
"İslam dünyasının önünde fırsat var ama bu fırsatlar bizim önümüzde sürekli olarak durmaz" diyen Saadet Lideri, İslam dünyasının acilen bu fırsatları kullanacak kararlılığı ortaya koyması gerektiğini vurguladı. "Biz tarihimizin her sayfasının hesabını vermeye hazırız ve tarihimizin her sayfasından şeref duyuyoruz" diyen Kurtulmuş "Eğer medeniyetlerin defterlerini açacaksak bütün medeniyetler kendi defterlerini milletlerin önüne açsınlar. Şarkın büyük komutanı Selahattin Eyyübi, Kudüs'ü fethedince bütün Kilise ve Havraları açmıştır. Ama yıllar sonra Filistin'e gelen İngiliz komutan Selahattin Eyyübi'nin mezarını tekmeleyip, "Haçlı Seferleri daha yeni başlıyor" demiştir. "Kim haktan, hukuktan, inanç özgürlüğünden yana bu çok açıktır" şeklinde konuştu.
İslam dünyasında siyasi irade zaafı var
Başbakan Erdoğan'ın Davos'ta gerçekleştirdiği "One Minute" çıkışının yüreğine su serptiğini söyleyen Kurtulmuş konuşmasını şu şekilde sürdürdü: "Bunun devamı olarak diplomatik adım atılmasını beklerdik. Ama Türkiye temsilcisi UAK'da İsrail'e karşı çekimser kaldı. Ardından Türkiye devleti İsrail'in OECD üyeliğini veto etmeyerek üye olmasını sağladı. Marifet otel lobisinde "one minute" demek değildir BM, OECD salonlarında "one minute" demektir. Siyasi irade zaafı İslam dünyası olarak en büyük zaaflarımızdan birisidir. Zaaflarımızı giderip küresel bir alternatif üretmeyi çalışırsak medeniyet inşasında önemli bir yol alırız. " Bu yıl 19.su gerçekleştirilen Dünya Müslüman Toplulukları Kongresi bugün ve Cumartesi günü de devam edecek. Davetliler Cumartesi günü toplu halde AGD'nin İnönü Stadyumu'nda düzenleyeceği İstanbul'un Fethi kutlamalarına katılacak.
İslam dünyası kuşatmayı kırmalı
Kongrenin protokol konuşmaları safhasında söz alan Sudan Eski Cumhurbaşkanı Abdurrahman Swar Seheb toplantıyı oldukça önemsediğini söyledi. İslam dünyasının yeniden ayağa kaldırılacağı reflekslerin ortaya konması gerektiğini söyleyen Seheb, "Bu toplantı da bunun öncüsü olacak" dedi. Mısır İhvan-ı Müslimin Meclis Grup Başkanı Saad Ketani, İslam dünyasının kültürel, ekonomik, askeri kuşatma altında olduğunu söyleyerek , "Bu durum acilen bir çözüme kavuşturulmalı" ifadelerini kullandı. Pakistan Cemaat-i İslami Eski Genel Başkanı Gazi Hüseyin Ahmet ise "Müslümanların dünya siyasetindeki birliği diğer alanlara da sirayet edecektir. Bu toplantı bunun ayak seslerinden biridir" şeklinde konuştu. D-8 Direktörü Kia Tabatani de yaptığı konuşmada, İslam dünyasının maruz kaldığı kuşatmanın kaldırılmasının en önemli yapı taşlarından birinin D-8'ler olduğunu söyleyerek, "Küresel müdahaleler D-8'leri engelledi. Önüne taş konuldu. Yeniden etkin hale getirmeliyiz" dedi.
lekalem düzgün
İstanbul’un Fethi
İstanbul'un fetih hazırlıkları bir yıl önceden başlatıldı. Kuşatma için gerekli olan çok büyük toplar döktürüldü. 1452 yılında Boğaz'ın kontrolünü sağlamak için Rumeli hisarı inşa edildi. 16 kadırgadan oluşan güçlü bir donanma oluşturuldu. Asker sayısı iki kat arttırıldı. Bizansın yardım almasını engellemek için yardım yolları kontrol altına alındı. Ceneviz'lilerin elinde bulunan Galata'nın da savaş esnasında tarafsız kalması sağlandı. 2 Nisan 1453 tarihinde ilk Osmanlı öncü kuvvetleri İstanbul önlerinde görüldü. Böylece kuşatma başladı. Fetihin kronolojisi şu şekildedir :
6 Nisan 1453: Fatih Sultan Mehmed otağı Konstantinopolis önlerinde, St. Romanüs Kapısı Şimdiki Topkapı önüne kuruldu. Aynı gün şehir, Haliç'ten Marmara'ya kadar kuşatıldı.
6-7 Nisan 1453: İlk top atışları başladı. Edirnekapı yakınındaki surların bir kısmı yıkıldı.
9 Nisan 1453: Baltaoğlu Süleyman Bey Haliç'e girmek için ilk saldırıyı yaptı.
9-10 Nisan 1453: Boğazdaki surların bir bölümü ele geçti. Baltaoğlu Süleyman Bey Prens adalarını ele geçirdi.
11 Nisan 1453: Büyük surlar dövülmeye başlandı. Surlarda tahribat önemli boyutlara ulaştı.
12 Nisan 1453: Donanma Haliç'i koruyan gemilere saldırdı fakat Hristiyan gemilerinin üstün gelmesi Osmanlı ordusunda moral bozukluğuna yolaçtı. Fatih Sultan Mehmed'in emri üzerine havan topları ile Haliç'deki gemiler dövülmeye başlandı ve bir kadırga batırıldı.
18 Nisan 1453, Gece : Padişah, ilk büyük saldırı emrini verdi. Dört saat süren saldırı püskürtüldü.
20 Nisan 1453: Yardıma gelen erzak ve silah yüklü, üçü Papalığın, biri Bizans'ın dört savaş gemisiyle Osmanlı donaması arasında Yenikapı açıklarında bir deniz savaşı meydana geldi. Padişah bizzat kıyıya gelerek Baltaoğlu Süleyman Paşa'ya düşman gemilerini her ne pahasına olursa olsun batırmasını emretti. Fakat düşman gemileri engellenemedi. Bu durumdan istifade etmek isteyen İmparator bir barış önerisinde bulundu.
22 Nisan 1453: Sabahın erken saatlerinde Hristiyanlar, Fatih Sultan Mehmed'in inanılmaz azminin Haliç sırtlarında, karadaki gemileri hayret ve korkuyla gördüler. Öküzlerle çekilen 70 kadar gemi, yüzlerce gemi halatlarıyla dengeleniyor ve kızaklar üzerinde ilerliyordu. Öğleden sonra gemiler artık Haliç'e inmişlerdi. Türk donanmasının umulmadık biçimde Haliç'de görünmesi Bizans üzerinde büyük bir olumsuz tesir yaptı. Bu arada Bizans kuvvetlerinin bir kısmı Haliç surlarını savunmaya başladığı için, kara surlarının savunması zayıfladı.
28 Nisan 1453: Haliç'deki gemi yakma girişimi yoğun top ateşiyle engellendi. Ayvansaray ile Sütlüce arasına köprü kuruldu ve buradan Haliç surları da ateş altına alındı. Deniz boyu surlarında tamamı kuşatıldı. İmparator'a Ceneviz'liler aracılığıyla koşulsuz teslim önerisi iletildi. İmparator bu teklifi kabul etmedi .
7 Mayıs 1453: 30.000 kişilik bir kuvvetle Bayrampaşa deresi üzerindeki surlara yapılan 3 saatlik saldırı sonuca ulaşamadı.
12 Mayıs 1453: Tekfursarayı ile Edirnekapı arasında yapılan büyük saldırı püskürtüldü.
16 Mayıs 1453: Eğrikapı önüne kazılan lağımla Bizans'ın açtığı karşı lağım birleşti ve yeraltında şiddetli bir çarpışma oldu. Aynı gün Haliç'deki zincire yapılan saldırı da başarılı olamadı. Ertesi gün tekrar saldırıldı, yine sonuca ulaşılamadı.
18 Mayıs 1453: Hareketli, ağaçtan bir kule ile Topkapı yönünden saldırıya geçildi. Şiddetli çarpışmalar akşama kadar sürdü. Bizanslılar gece kuleyi yaktılar, doldurulan hendekleri boşalttılar.
25 Mayıs 1453: Fatih Sultan Mehmed, İmparator'a İsfendiyar Beyoğlu İsmail Bey'i elçi göndererek son kez teslim olma teklifinde bulundu. Bu teklife göre imparator bütün malları ve hazinesiyle istediği yere gidebilecek, halktan isteyenler de mallarını alıp gidebilecekler, kalanlar mal ve mülklerini koruyabileceklerdi. Bu teklif de reddedildi.
26 Mayıs 1453: Kuşatmanın kaldırılması, aksi durumda Macaristan'ın da Bizans lehine harekete geçmek zorunda kalacağı, ayrıca Batı devletlerinin gönderildiği büyük bir donanmanın yaklaşmakta olduğu gibi söylentilerin artması üzerine Fatih Sultan Mehmed Savaş Meclisini topladı. Bu toplantıda, baştan beri kuşatmaya karşı olan Çandarlı Halil Paşa ve taraftarları kuşatmanın kaldırılmasını savundular. Padişah ile birlikte lalası Zağanos Paşa, Hocası Akşemseddin, Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi zatlar buna şiddetle karşı çıktı. Saldırıya devam etme kararı alındı.
27 Mayıs 1453: Genel saldırı orduya duyuruldu.
28 Mayıs 1453: Ordu, gününü ertesi gün yapılacak saldırılara hazırlanmak ve dinlenmekle geçirildi. Orduda, tam bir sessizlik hakimdi. Fatih safları dolaşarak askeri yüreklendirdi. İstanbul'da ise bir dini ayin düzenlendi, İstanbul Ayasofya'da herkesi savunmaya davet etti. Bu tören Bizans'ın son töreni oldu.
29 Mayıs 1453: Birlikler hücum için savaş düzenine girdiler. Fatih Sultan Mehmed sabaha karşı savaş emrini verdi. Konstantinopolis cephesinde askerler savaş düzenini alırken halk kiliselere doluştu.
Osmanlı ordusu karadan ve denizden tekbirlerle ve davul sesleri ile son büyük saldırıya geçtiler. İlk saldırıyı hafif piyade kuvvetleri yaptı, ardından Anadolu askerleri saldırıya geçti. Surdaki gedikten içeriye giren 300 kadar Anadolu askeri şehit olunca, ardından Yeniçeriler saldırıya geçtiler yanlarına kadar gelen Fatih Sultan Mehmed'in yüreklendirmesiyle gögüs göğüse çarpışmalar başladı. Surlara ilk Türk Bayrağını diken Ulubatlı Hasan bu arada şehit oldu. Her yandan kente giren Türkler Bizans savunmasını tümüyle kırdılar. Beyaz bir at üzerinde ve muhteşem bir alayla Topkapı'dan şehre giren Fatih Sultan Mehmed, doğruca Ayasofya'ya gitti. Mabedi temizletti, tasvirler kapattı ve ilk Cuma namazını orada bütün gazilerin sevinç ve heyecanları içinde kıldı. Daha sonra Ayasofya' nın kıyamete kadar cami kalmasını yazılı vasiyyet ve vakf eyledi.
lekalem@hotmail.com
One minute İsrail Tohumları!
Tarafıma e-mail ile gönderilmiş biraz aşağıdaki yazıyı dikkatle okumanızı ve lütfen gereğini yapmanızı çok rica ederim.
Türkiye ziraati (tarımı) çökertilmiştir.
Eskiden dünyanın altı tahıl deposundan biri olan ülkemiz şimdi halkının ekmeklik buğdayını dışarıdan getirtiyor.
Hayvancılığımız çökertilmiştir. Halkımızın ihtiyacına yetecek besi hayvanı yetiştiremediğimiz için dışarıdan, islâmî usullerle kesilmemiş murdar leş ithal ediyoruz.
Balıkçılığımızın durumu hiç parlak değil.
Meyve ve sebzelerde aşırı miktarda hormon ve kimyevî madde var. Yüz milyonlarca insanı doyurabilecek topraklarımız doğru dürüst ekilmiyor. Arazilerimiz bomboş, yeteri kadar ziraat yapılmıyor. Muazzam miktarda tarım toprağı yapılaşmaya açılmış, betonlaştırılmıştır.
Hayli bal üretiyoruz ama bunların büyük kısmı şekerli sahte ballar. Halkımıza BÜYÜK MİKTARDA ehlî domuz, yaban domuzu, eşek eti yediriliyor.
Beyaz francalalarda en az dört kimyevî madde var, bunlar halkın sağlığını dinamitliyor.
Halkın yarısı hasta.
Kanser korkunç bir hızla yayılıyor.
Gıda maddelerine ve meşrubata 300 kadar kimyevî aroma, koruyucu, renklendirici madde katılıyor.
Artık eski domatesler yok.
Eski meyveler sebzeler yok.
Maydanozlar bile bir acayipleşti.
Nerede eski tavukların tadı, nerede yeni besi tavukları.
Piyasayı genleriyle oynanmış Frankeştayn meyve ve sebzeler istilâ etti.
Yerli ve millî tohumu olmayan meyve ve sebzeler.
Bunlar bize İsrail'den geliyor. Büyük miktarda paramızı alıyor ve karşılığında bize ölüm ve hastalık satıyorlar.
Türkiye halkı sinsi bir soykırım karşısındadır.
Bunlara kim one minute diyecek?
30 Tarım fakültemiz niçin kendi sebzelerimizin ve meyvelerimizin tohumlarını araştırıp, geliştirip, üretip satmıyor?
Bu konuda niçin İsrail'e bağımlıyız?
Artık yeter demenin zamanı geldi ve geçti...
Evet çok rica ediyorum aşağıdaki yazıyı dikkatle okuyunuz.
Okuduktan sonra en az on kişiye durumu anlatınız.
Teşekkürler...
İşte o yazı:
SOS İsrail Tohumları!
Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı'mızda
115 bin kişi çalışıyor.
70 tane üniversitemiz,
30 tane ziraat fakültemiz,
50 tane tarım araştırma enstitümüz,
10 bin İŞSİZ ziraat mühendisimiz var.
Buna rağmen Türkiye tohumda tamamen dışa bağımlı. Ve tek kelimeyle tohumun patronu İsrail.
İsrailli araştırmacıların genleriyle oynayarak, gül veya limon kokulu domates yetiştirdiğini Şalom Gazetesi'nin internet sayfasından biraz araştırıp okuyabilirsiniz. İstediğiniz şekle sahip domatesleri bile bulabilirsiniz; çekirdeksiz, kalp şeklinde, salatalık şeklinde, dilimli...
Yani genlerle oynama meselesi yüzde yüz doğru.
Gelelim başka doğrulara:
Bu tohumların bir ekimlik olduğunu bilmeyen yok.
Yani İsrail'den bir defa tohum almakla kurtulamıyorsunuz.
Bir gram tohumun fiyatı her dönemde neredeyse bir gram altına denk oldu.
Üstelik İsrail tohumunu toprağa bir ektiniz mi artık isteseniz de yerli tohuma dönemiyorsunuz.
Genetik tohum o toprağa da zarar veriyor. Artık hep bu genetik tohumu kullanmak zorundasınız. 50-70 yıl sonra ise toprak kanserojen maddelerle dolduğu için artık tamamen kullanılmaz hale geliyor.
Buna en güzel örnek:
Türkiye'nin patates deposu olan Niğde ve Nevşehir bölgelerinde yetiştirilen patateslerde kanserojen maddeye rastlandığı için artık patates ekimine izin verilmemesidir.
Yani İsrail tohumu tek başına satmıyor. Tohum alana hastalığı bedava veriyor!..
Tohumların içine hastalık yerleştiren İsrail bu sayede ziraî ilaç satımını da garanti altına almış oluyor.
Bütün bu acı tabloya rağmen Türkiye'de yabancıların menfaatine çalışan bir patent sistemi işletiliyor.
Ne korkunç!
Köylü kendi bahçesinde tohum bırakamayacak.
Yoksa uluslararası mahkemede yargılanacak!
Şu anda dünyada İsrail tohumu kullanma yasası çıkartan ilk ülke işgal altındaki Irak'tır.
İkincisi de biz olacağız.
EY VATANDAŞ AKLINI BAŞINA DEVŞİR!..
SOR SORUŞTUR, GAFİL OLMA!..
Bu yazıyı okursan, ister paylaş ister paylaşma umurumda değil ama bilip de susmak ortak olmaktır bunu bari hatırla...
(Yazıyı gönderen Sezgin bey dostuma ve kaleme alan Güliz hanıma teşekkürlerimi sunarım.)
* (İkinci yazı)
Yatak Odalarına Kamera Yerleştirenler
Medenî bir devlet elbette yabancı devletlerin casuslarını takip edebilir, araştırabilir, istihbarat yapabilir.
Yine, teröristleri, şiddet eylemleri hazırlayanları tecessüs edebilir.
Organize suç örgütlerini,
Uyuşturucu mafyalarını,
Fuhuş tacirlerini takip edebilir.
Bunlar aleyhinde delil toplayabilir.
Hakim kararı olması şartıyla telefonları dinleyebilir.
Lakin devlet muhalif partileri tecessüs edemez.
Muhaliflerin evlerine, yatak odalarına gizli kamera ve mikrofon yerleştiremez.
BÜTÜN telefonları dinleyemez,
BÜTÜN bilgisayarlara giremez,
Böyle işleri, devletin dışındaki paralel/derin devletler de yapamaz.
Devlet, vatandaşların özel hayatlarına karışamaz.
Devlet, vatandaşların gizli ayıplarını araştıramaz, fâş edemez.
Evlere, işyerlerine, parti merkezlerine, derneklerin idare binalarına gizlice girip, oralara gizli kameralar ve mikrofonlar yerleştirmek hukuka, ahlâka, kanuna aykırıdır.
Bu maksatla devletin ve halkın bütçelerinden büyük para harcayanlar suçludur ve ahlâksızdır.
Bu gibi metotlar hukuk devletine yakışmaz.
Bunlar makyavelist metotlardır.
Sultan Abdülhamid zamanında jurnalcilik vardı ama Hilafet-i islâmiyeye ve Saltanat-ı seniyyeye karşı olan kişileri ve grupları tesirsiz hale getirmek, onların muzır faaliyetlerini önlemek, fitne ve fesada sed çekmek için yapılmıyordu.
Sultan Abdülhamid zamanında insanların özel hayatlarına, belden aşağısına karışılmamıştır.
Hiçbir muhalefet lideri, yatak odasına konulan gizli kamera yüzünden istifaya mecbur kılınmamalıdır.
Bu metot yaygınlaşırsa kirlilik ve pislik artar.
Cenâb-ı Hakk'ın güzel isimlerinden biri Settarü'l-uyub'tur, ayıpları örtendir.
Müslümanların da birbirlerine karşı settar olmaları gerekir. Yani mü'min mü'minin gizli ayıplarını araştırmaz. Öğrenirse bunları yaymaz, aksine gizler.
İslâm ahlâkı böyle yapılmasını emr ediyor.
İnsanların gizli ayıpları ve günahları onların kazuratı gibidir. Hiçbir temiz, faziletli, ahlâklı Müslüman kazuratları karıştırmaz. Karıştırırsa lağım faresi olur.
Müslümanlar âşikâre, cehrî, açık günahlara, fısk ve fücura karşı çıkarlar.
Bir örnek vereyim:
Adam veya kadın evinde çırılçıplak geziyor. Bunu araştırmaya ve buna karışmaya hakkımız yoktur.
Adam veya karı sokakta, plajda, umuma açık yerlerde çıplak geziyor. Bu bir açık fısktır, bunu tenkit ederiz, bu konuda emr bi'l-mâruf ve nehy 'ani'l-münker yaparız. Nasıl yaparız? Kendi heva ve re'yimize göre değil, fıkıh ve Şeriatin öngördüğü şekilde.
Son hadiseye gelelim:
Koskoca muhalefet liderinin yatak odasına kimler, nasıl girmişler ve gizli kamera yerleştirmişlerdir?
Böyle bir şey amatörlerin, sıradan hırsızların, küçük şerirlerin yapacağı, yapabileceği şeyler değildir.
Bu iş büyük uzmanlık, büyük maharet ister.
Kim yaptıysa çok kötü bir iş yapmış, çok kötü bir çığır açmıştır.
Bunu yapanlar ileride kendileri rezil ü rüsvay olacaktır.
lekalem@hotmail.com
Kur'ân Ahlâkı
AHLÂKIN ana kaynağı dindir. İslâm'ın kendi ahlâk sistemi vardır. Bu sistem ilahîdir, tartışılmaz, iman ve tasdik edilir.
Zina İslâm'a göre hem ahlâksızlıktır, hem suçtur. Müslüman bu kesin hükmü tartışamaz. Bunu tersine fikir, re'y ve beyanda bulunamaz.
Riba da hem ahlâksızlık, hem suçtur. Böyle olduğu kesin şekilde bilinecek ve buna inanılacaktır.
Adam veya kadın dıştan dindar görünüyor ama İslâm ahlâkının kesin ve zarurî hükümlerini hayatına uygulamıyor, bir yığın ahlâksızlık sergiliyor, haram yiyor, kul hakkını gasb ediyor, nice günahları açıkça ve küstahça işliyor. O kişinin durumu şu iki halden biridir:
-Günahkâr, fâsık, fâcir ve kötü bir Müslümandır.
-Münafıktır.
Her hal ü kârda böyle bir kişi iyi, sâlih, doğru, kamil, vasıflı bir Müslüman değildir.
Kur'ân bir ahlâk kitabıdır. Adam ben Kur'âna inandım diyor, Kur'ân okuyor ama Kur'ân ahlâkı ile ahlâklı değil. Bu, çok büyük bir tezat değil midir?
Kur'ân doğruluğu ve dürüstlüğü emr ediyor.
Kur'ân, Allaha olan bütün iş ve muamelelerimizde ihlâsı emr ediyor.
Kur'ân, lüks, israf ve sefahatten kaçınmamızı istiyor.
Kur'ân gıybet etmememizi istiyor.
Kur'ân Peygambere iman ve itaat etmemizi istiyor.
Kur'ân, namaz kılan ve emr-i mâruf ve nehy-i münker yapan bir Ümmet olmamızı istiyor.
Kur'ân parçalanıp bölünmemizi, birbirimizle çekişmemizi istemiyor.
Kur'ân Allahın bize vermiş olduğu nimetleri paylaşmamızı istiyor.
Kur'ân din büyüklerini erbab (rabler) haline getirmememizi, putlaştırmamamızı istiyor.
Müslüman, bir insan olarak günahsız olamaz. Lakin günahları:
-Devamlı olarak.
-Âşikâre (açık) olarak.
-Küstahça.
-Fütursuzca.
-Allah'tan korkmadan, kullardan utanmadan... işlemez.
Hem "Ben Müslümanım, Kur'âna iman ettim..." diyecek ve hem de haram yiyecek, haram servet edinecek...Böyle Müslümanlık olmaz.
Kur'ân ahlâkı sadece Kur'ân tercümesi, Kur'ân meâli, Kur'ân tefsiri okumakla öğrenilebilir mi?.. Bu metot yeterli ve etkili olmaz.
1400 küsur yıldan beri din imamları, rabbanî âlimler ve fakihler, kâmil mürşidler Ümmet için çok değerli ahlâk kitapları yazmışlardır. Kur'ânın ahlâk hükümlerini Sünnetin ve hikmetin ışığında yorumlamışlar, konulara ve bahislere ayırmışlardır. Müslümanların Kur'ân ahlâkını öğrenmek için bu kitapları okumaları gerekir.
Bu kitaplardan biri Hüccetülislâm ve Zeynüddin İmamı Gazalî hazretlerinin İhyâuUlumi'd-Din adlı büyük eseridir.
Müslüman bu kitabı aldı, kütüphanesine koydu ama okumuyor... Faydası olmaz.
Okudu ama iyice anlayıp öğrenemedi. Faydası olmaz.
Anlayıp öğrendi ama bu bilgileri hayatına uygulamıyor. Faydası olmaz.
Okuyacak, anlayacak, öğrenecek ve hayatına tatbik edecek ki, faydalansın.
Faydalı ve hikmetli din kitaplarını alıp da yaldızlı ciltleri kütüphanesine dizenler, lakin onları okumayanlar kitap taşıyan cahil hammallar gibidir.
Kur'ân sadece okunmak için değil, kendisine uyulmak için indirilmiştir.
Cahillere, mukallidlere Kur'ân hükümlerini, Kur'ân öğütlerini, Kur'ânî uyarıları; ehliyetli ve icazetli âlimlerin, fakihlerin, vaizlerin, rehber ve mürşidlerin ders vererek anlatması ve okutması gerekir.
Bir genç evinde hukuk kitapları okuyarak hukukçu olabilir mi?
Tıp kitapları okuyarak tabib olabilir mi?
Uçakla ilgili kitapları okuyarak uçak mühendisi olabilir mi?
Olamaz olamaz olamaz!..
Mutlaka bu ilimleri veya fenleri bir üniversitede üstadlardan, uzmanlardan öğrenmesi, sonunda imtihan verip diploma alması gerekir.
İslâm ahlâkı kendi kendine kitap okuyarak öğrenilmez. İslâm dinî rehberler vasıtasıyla öğrenilir. Bu rehberler kimlerdir?
-Ehliyetli ve icazetli 'âlim ve rabbanî âlimler.
-Yine böyle olan fakihler.
-Kâmil mürşidler.
Bazı Müslüman kardeşlerimiz, yukarıda anlattığım metoda karşı çıkıyor, hocalar aradan çıksın, herkes meâl, tercüme ve tefsir okuyarak İslâm'ı ve Kur'ânı doğrudan doğruya öğrensin diyorlar. Bunların bazısı fıkhı ve mezhepleri bile inkâr ediyor.
Böyle söyleyen ve yazan kardeşlerimiz hatâ ediyor.
Onların bazısı Vehhabî, bazısı Fazlurrahmancı (Tarihsellik mezhebi), bazısı Reformcu, bazısı şu veya bu bid'at mezhebi mensubudur.
Onlarınki doğru metot değildir.
İslâm, iman, Kur'ân ve Şeriat bir ucu Resullerin Seyyidine (Salat ve selâm olsun ona) ulaşan gerçek icazetlere (diplomalara) sahip sâlih âlimlerden ve kamil mürşidlerden öğrenilir.
Şu kişiler gerek din âlimi değildir:
-Fâsık veya fâcir-i mütecahir.
-Haram yiyen.
-Lüks, israf, sefahat, tebzir sergileyen.
-Dinde reform, yenilik, değişiklik yapılmalıdır diyen.
-Kur'ân ve Sünnetteki ayet, hadîs ve hükümlerin büyük bir kısmı bugün geçerli değildir, onlar tarihseldir diyen.
-Hazret-i Muhammedi inkâr, red ve tekzip eden bâtıl dinlerin mensupları da Cennetliktir, onlar da ehl-i necattır diyen.
-Beş vakit farz namazları kılmayan.
-Allah'ın ayetlerini ucuz pahalı satan.
-Din istismarı (sömürüsü) yapan.
-Müslümanların zekatlarını Kur'âna, Sünnete, Şeriata, fıkha aykırı olarak toplayan ve sarf eden.
Müslümanlar hangi din büyüklerine kulak vermeli, onların eserlerini ve menkabelerini okumalı, onların yolundan gitmeli, onları rehber ve mürşid olarak kabul etmelidir?
1. Selef-i Sâlihîn, yani ilk üç kuşak. Ashab, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn.
2. Eimme-i din (Müctehid imamlar, dört mezheb sahibi ve diğer mutlak müctehidler.)
3. Ehl-i Beyt-i Mustafa. İtikadında bozukluk olan, namaz kılmayan, aşikâre fısk ve fücur işleyen, ahlâkı bozuk kimseler Ehl-i Beytten değildir. Gerçek Seyyidler ve Şerifler bu Ümmet-i beyzanın baş taçlarıdır.
4. Her asırda gelmiş müceddidler.
5. Allahın gerçek velileri: Abdülkadir Geylanî, Ahmed er-Rufaî, İmamı Rabbanî, Şah Muhammed Bahaüddin Nakşbend, İmamı Gazalî, İmamı Şa'ranî, Mevlânâ Celalüddin Rûmî, Hacı Bayram Velî, Şaban-ı Velî, Nurüddin Cerrahî, Selahaddin Uşşakî, Bursalı İsmail Hakkı, Erzurumlu İbrahim Hakkı ve diğerleri. Kaddesallahü esrarehüm...
Cenâb-ı Hak cümlemizi:
-Sahih itikatlı, hakkıyla iman etmiş,
-Kur'ân ahlâkıyla ahlâklı,
-Peygambere iman, itaat ve biat etmiş, onun ahlâkı ile ahlâklanmış,
-Muhlis,
-Müstakıym (doğru ve dürüst),
-Mürüvvetli,
-Fütüvvetli,
-Nefs-i emmaresini en büyük düşman bilen.
-Nefsiyle ve küffarla cihad eden.
-Namazı dosdoğru kılan.
-Ümmet şuuruna sahip.
-Emr-i mâruf ve nehy-i münker yapan.
-Başta gıybet ve nemime olmak üzere lisan afetlerinden kaçınan.
-Haram yemeyen.
-Azmayan.
-Merhametli.
-Hikmetli.
-Mütevazı ve kanaatli.
-Paylaşma (infak) ahlâkına sahip...
Kullarından eylesin. Kur'ân Kur'ân deyip de Kur'âna zıt bir hayat süren gafillerden eylemesin.
Âmin.
lekalem@hotmail.com
Partiler, halk ve İŞSİZLİK
Meclis'teki partilerimiz kendi dertleriyle meşgul, halkımızın dertlerini unuttular. AKP 'beni kapatacaklar' diye anayasa maddelerini değiştirmekle meşgul. Ana muhalefet partisi CHP de ona karşı gelmekle uğraşıyorken; 'skandal' veya 'komplo' patlayıverdi; o da 'yeni başkan-eski başkan' derken, kendi dertleriyle baş başa. Partilerimizin anlamadıkları nedir? AKP kanun değiştirmekle kapanmaktan kurtulacağını sanıyor. Oysa, Türkiye'de nice partiler kapatıldı, hiçbirisi hukuki sebeplerle kapatılmadı ki; kapatılmak için olmadık uyduruk sebepler bulundu! Bu arada hatırlatalım; bizim hakimlerin hukuktan anladıkları yok ama hukuku istedikleri gibi yorumlama/uydurma hususunda onları dünyada geçen bulunmaz!
Gelelim bugün ele alacağım, bugüne kadar halledilmeyen asıl meselemize, halkımızın kahir ekseriyetinin ana meselesine. Nedir o mesele? İŞ-SİZ-LİK!
Biz bu İŞSİZLİK MESELESİNİN ÇÖZÜMÜ hakkında bugüne kadar nice yazılar yazdık ama... AK Parti her nedense bugüne kadar ilgilenmeye bile tenezzül etmedi, etmiyor!.. Muhalefetteki diğerleri, yani CHP ve MHP de ayrı dünyalarda!.. Ne yapıyorlar; Meclis'te itişip kakışıyorlar!.. Halkımıza hep zaman kaybettiriyorlar!..
Biz sekiz seneden beri bu köşede ve başka yerlerde AK Parti'ye; 'Gelin, size halkımızın en önemli sorunu olan işsizlik meselesini anlatalım, nasıl çözüleceğini tartışalım' dedik... Geçmişte boşa geçen sekiz yıl boyunca ilgilenmediler!.. Şimdi de, 'biz bazı anayasa maddelerini değiştireceğiz, partimizi kapanmaktan kurtaracağız' diyorlar!..
Adında 'adalet ve kalkınma' kavramları olan iktidar partisi anayasa çoğunluğunu elinde bulundurduğu nice yılları heder ettikten sonra, şimdilerde kendi kapanma/ma derdine düşmüş; geçmişte olduğu gibi günümüzde de milyonlarca insanın açlığından, yokluğundan, fukaralığından, işsizliğinden haberi yokmuşçasına ilgisiz!
Adında 'halk' kelimesi olan ana muhalefet partisi CHP ise daima rejimi koruma derdinde, halkın 'işsizlik ve istihdam' başta olmak üzere ana dertlerine o da ilgisiz!
Ey iktidar partisi! Sen önce işsizlik ve istihdam meselesini çöz. Sonra yüz defa kapansan da, yüz birinci defa yine açılır, yine yeni parti olur ve yine sen iktidar olursun.
Anlaşılan o ki, AKP veya CHP'nin 'İŞSİZLİK VE İSTİHDAM MESELESİ' başta olmak üzere, halkımızın ana sorunlarını çözüme kavuşturacağı yok.
Onlar kendi dertleriyle meşgul, onlar kendi dertleriyle baş başa!..
O halde iş başa kaldı; gelin kendi derdimizi 'halk' olarak kendimiz çözelim.
İddia ediyor ve diyoruz ki: Türk halkı "İŞSİZLİK MESELESİ"ni kendi arasında konuşmaya başlasa, bu önemli sorunu mutlaka kendi kendine de çözer...
O zaman halkın ana sorunlarına ilgisiz bu partiler de adam olur...
Ama çözüm olmasın diye dışa bağımlı basın/medya halkı oyalamakta, gereksiz sorunlar çıkarmakta... Meclis'teki partilerimiz ise bir taraftan birbirleriyle, diğer taraftan kendi içlerindeki fitne fücur, skandal ve komplolarla boğuşmakta; halkın sorunlarına ayıracakları vakitleri yok!.. Adalet yani yargı bürokrasisi ise âlemlere ibret...
BAHADDİN (Yıldız) Kardeşim! İZMİR'deki ilk gençlik yıllarımızda, sen dahil bizler sayılı birkaç kişiydik ve hep ümitlerimiz vardı, cihadımız vardı... Mücadelemize başladık, İzmir dışına taşırdık, Türkiye'ye yaydık; Afganistan'a, Bosna'ya, Kosova'ya, Balkanlar'a, dünyanın daha başka yerlerine götürdük ve bugünlere kadar sürdürdük... Çok sevdiğin AFGANİSTAN'dasın ya; az da olsa, İSTANBUL'da tekrar buluşma ümidim var ama... Buluşamazsak, bundan sonrası âhirette inşaallah... İNNÂ LİLLÂHİ VE İNNÂ İLEYHİ RACİÛN... SANA ve cihat arkadaşın FARUK AKTAŞ'a şehadet ve rahmet; ailelerine ve çocuklarına başta olmak üzere bizlere sabır ve metanet...
lekalem@hotmail.com
Bu CHP iflah olur mu?
Yazı başlığımız neden "Bu CHP iflah olur mu?" Cevabını da hemen verelim: Tutarsızlıklar böyle devam ettiği sürece kesinkes iflah olmaz!
Ne partililerin bir dedikleri diğerini tutuyor ne de yöneticilerin bir dedikleri diğeri tutuyor!
Dün öyle, bugün böyle!
"Dün dündür, bugün bugün" söyleminde Demirel'i sollamış durumdalar!
Malum olay patlak verdikten sonra Genel Başkanlıktan istifa eden Deniz Baykal bir yandan "Hadi bana eyvallah" havasını estirirken bir yandan da "Nerede kalmıştık?" diye sorma hazırlığına girmedi mi?
Hep "İstemem ama yan cebime koy" edasıyla konuşmadı mı?
İnsanlar "Madem tekrar gelmeyi planlıyordun niye gittin?" diye sorma ihtiyacını duymadılar mı?
Ya da "Aday olmayacağım" deyip de sonunda "adaylığını" açıklayanlara ne demeli?
Yani Kılıçdaroğlu'na ne demeli?
Giden giderken gitme yanlısı değil!
Gelmeye çalışan gelmeme iddiasında samimi değil!
Ne giden samimi, ne gelmek isteyen samimi!
Peki ya partililer, onlardan yöneticilerden çok mu farklı?
Daha düne kadar Baykal'a "n'olur dön" diye yalvaranlar bir de baktık ki yeni adayın kapısında kuyruk olmuşlar!
Yöneticisi ile partilisi ile hepsi aynı yolun yolcusu!
Topyekün bir samimiyetsizlik söz konusu!
Dün Kılıçdaroğlu'nun genel başkanlığa aday olmasına mensup olduğu mezhep yüzünden karşı çıkanlar bugün sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlarsa bunun adı ne olur?
Sahi, bir başka partide genel başkan adayı mensup olduğu mezhep yüzünden kara listeye alınmış olsaydı CHP'liler ne yapardı?
Mangalda kül bırakmaz ve ağızlarını geleni sayıp dökerlerdi değil mi?
Şimdi ise gelecek endişesine düşmüş durumdalar ve kimi güçlü görürlerse o yana doğru koşuşturup duruyorlar!
Kurultaya kadar bakalım daha nelere tanık olacağız nelere!
CHP'deki bu çalkantı kurultaydan sonra da biteceğe benzemiyor!
Bir kere Baykal faktörü hala faal iken çalkantı durur mu?
CHP'liler hangi kararı alırlarsa alsınlar mutlaka karşı çıkacak ve yeni arayış içine girenler bulunacaktır!
Daha şimdiden birbirlerini ihanetle, arkadan hançerlemekle suçlamaya başlardılar bile!
Her biri diğerini şeytanın ortağı olarak görüyor!
Yani herkes kendi hesabına uyan, kendi işine gelen isimlerle yola devam etmek istiyor!
Bu çalkantıyı, bu hesaplaşmayı bir Kurultay ile aşmaları mümkün değil!
Asıl cıngar şüphesiz Kurultay sonrası çıkacaktır! Ve daha ortaya neler dökülecek neler!
lekalem@hotmail.com
Sinema Meclisi
Sürekli yazıyoruz, çiziyoruz. Özellikle son dönemde popüler kültüre, reyting ve gişe başarısına endekslenen Türk sineması, kalıcı, tarihe iz bırakan, yarını ele alan yapımlar yerine sabun köpüğü filmlerle insanlarımızın karşısına çıkmaya başladı. Sinemayla ilgilenen bir avuç yapımcı, senarist ve oyuncu, gişe başarısı garanti yapımlara yöneldikleri için, sinemanın kendisine ait değerlerini ortaya koyan filmler bir türlü üretilemiyor. İşin tuhaf boyutu, sinemanın içine düştüğü bu açmaz ve kısır döngü konusunda, sinemayla ilgilenen insanlar da fazlaca söz söylemiyorlar, kendilerini eleştirmiyorlar. Bu özeleştirisizlik, kalitesizliği besliyor, yaşanan kısırdöngü bir kirli sarmala dönüşüyor. Uzunca süredir televizyon ekranlarında "Neden doğru dürüst bir sinema programı yok?" diye düşünüyorduk. Zira, sinemayla ilgili varolan programların tamamı, popüler kültürün getirdiği kirli sarmal etrafında dönüp dolaşıyor. Sinemanın kendisine ait sorunları yok mu? Türk sineması bulunduğu nokta itibariyle doğru yerde mi? Türk sinemasını içinde bulunduğu açmazdan kurtarabilmenin metodları nelerdir?
Birkaç haftadır Cine5 ekranlarında özlediğimiz, beklediğimiz türden bir sinema programı ekrana gelmeye başladı. Kadim dostumuz Ali Murat Güven'in hazırladığı sinema programı Sinema Meclisi, sinema ve televizyon üzerinden hayatın konuşulduğu kaliteli tartışma programı konseptiyle ekranlara geliyor. Ali Murat Güven'i bulunduğu her yerle yakından izliyoruz. Özellikle Yenişafak gazetesindeki, sinemanın gerçek sorunlarını ele alan sinema yazılarını keyifle, beğeniyle okuyoruz.
Sinema Meclisi'nde bu hafta, sinema filmleri ve televizyon dizileriyle yaygınlaştırılıp toplumsal algı açısından gitgide "olağan" bir davranış biçimine dönüştürülen "evlilikte sadâkatsizlik" olgusu mercek altına alındı.
Programın stüdyo konukları ise sinema yönetmeni, senarist ve oyuncu Sırrı Süreyya Önder; Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi-sosyal psikolog Prof. Dr. Çiğdem Kâğıtçıbaşı; TRT Çocuk ve Gençlik Programları Bölümü eski müdürü ve aynı zamanda 1975 tarihli özgün "Aşk-ı Memnu" dizisinin de yapımcısı olan Dr. Tekin Özertem; ilâhiyatçı Ali Rıza Demircan; TV dizileri yönetmeni ve senarist Erem Şentürk... Programın hemen başında Ali Murat Güven, özellikle geçtiğimiz günlerde gündeme bomba gibi düşen CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal ile ilgili kasetin oluşturduğu etkileri ve tartışmaları ortaya koyarak, tartışmaya farklı bir perspektif açtı. Diğer yandan, "evlilikte sadakatsizliğin" sembol dizisi olan Aşk-ı Memnu'nun başrol oyuncusu Selçuk Yöntem'in bir televizyon kanalına verdiği mülakat ekranlara getirildi. Sinema Meclisi'nin konukları, "Evlilikte Sadakatsizlik, Evlilikte İhanet" konusunun, sinemanın en fazla kullanılan materyallerinden olduğunu belirterek, bunun dozajında kullanılması gerektiği, doğru mesajlar verilmesi gerektiği üzerinde birleştiler.
Öncelikle, böyle bir konuyu hiçbir art niyet olmadan gündeme getirdiği için Ali Murat Güven'e teşekkür etmeliyiz. Zira, son dönemde gayri meşru ilişkileri içselleştiren, ahlaksızlığı sıradanlaştıran, kimin eli kimin cebinde belli olmayan hayatları renkli bir kılıfla gözümüzün içine sokuşturan bu tür yapımlar ve konular sebebiyle, toplumsal ahlak kavramı rencide edilmiştir. Bu bir kültür meselesi değildir.... Bu bir ahlak meselesidir.... Ahlak, bu toplumun çimentosudur... Ahlak bu toplumun temel direğidir.... Bu direği yıkmaya yönelik ya da bu direği sarsmaya yönelik her eylem, toplumun çöküşünün temel sebebi olur.
Sinemada veya dizilerde, "ihaneti" ortaya koyarken, üsluba çok dikkat etmek gerekiyor. Eğer bugünkü Aşk-ı Memnu'daki gibi, ihaneti allayıp pullayarak ortaya koyarsanız, ahlak kavramını payimal edersiniz. Ahlak biterse, maalesef toplum biter!
lekalem düzgün
Bir kez olsun halka güvenin!
Kriz sorununun kesin olarak çözümü için neler yapılmalıdır, ya da sorunu gerçekten çözmek isteyen devletler neler yapacaktır?
1. Kriz sorununu kökünden çözmek isteyen devletler her şeyden önce ve en başta "Adil Düzen"e, "Adil Ekonomik Düzen"e geçmeli ve her Adil Düzen Devleti şu önemli kararı almalıdır: "Devlet olarak ben sadece ülkemdeki kendi paramla satış yaparım; sadece kendi paramla borç veririm ve borç alırım; hattâ devlet olarak hiçbir şeyi yabancı para ile almam" diyecektir. O zaman bu devlet sadece kendi vatandaşlarının parası ile iş yapacak, yabancı paraya el sürmeyecektir. Bunun anlamı ve sonucu şudur: Dünyadaki sömürücü ülkelerin paraları, şimdiye kadar sömürdükleri ülkeleri sömürmeye devam edemeyecektir. Her ülkenin parası hiç olmazsa kendi ülkesinde konvertibl hâle gelecektir.
2. Kriz sorununu çözmeye karar veren Adil Düzen, Adil Ekonomik Düzen devletlerinin yapacakları ikinci iş nedir? Devlet olarak faizi sıfırlayacaklardır. Borç ve alacaklarının para değerini koruyacak, ama hiçbir zaman -yarım puan dahi olsa- faiz uygulamayacaklardır. Kredi verirken enflasyon yapmayacak şekilde her isteyene faizsiz kredi verilmelidir.
3. Kriz olmasını istemeyen Adil Düzen, Adil Ekonomik Düzen devletlerinin yapacakları üçüncü iş ise; ihracat ile ithalatı dengede tutmak için Merkez Bankaları aracılığıyla ülkeler arası karşılıklı para kredileşmesini sağlamak olacaktır. Mesela, Türkiye İran Merkez Bankası'na Türk Lirasını kredi olarak verecek, İran Merkez Bankası da Türkiye'ye İran Riyalini kredi olarak verecektir. Bankalardaki para stokları para kurunun tesbitinde etkin olacaktır.
4. Bir daha kriz olmasın diyen Adil Düzen devletleri son bir iş daha yapacaklar; aralarında anlaşıp ortak vergi sistemleri geliştireceklerdir. Vergiler yalnız anayasalara değil, aynı zamanda uluslarüstü hukuka bağlanmalıdır. Adil Düzen devletleri arasında gümrükler, vizeler, kotalar vs. engeller kalkmalıdır. Her devlet uluslarüstü kurallara göre vergisini alacak, vergisi ödenmiş malların ve sermayenin hareketleri tamamen serbest olacak, emek dolaşımı da serbest olacaktır.
***
Demek ki neymiş? Küresel sermaye sömürüsüne son vermek için devletlerin savaşması gerekmez. Bundan önce sermayenin silahlı gücü vardı. Bunları yapmaya kalkıştığınız zaman ABD orduları üstünüze yürürdü. Şimdi ise sömürü sermayesinin böyle bir ordusu yoktur. Olsa bile, artık dünyayı veya İran'ı yahut Türkiye'yi yenecek güçte değildir.
ABD'nin sadece hava kuvvetleri güçlüdür, denizlerde hakimdir. Karada ise Iraklıları, Afganlıları, Pakistanlıları bile yenemeyecek kadar zavallıdır. Malum olduğu üzere, her ana savaş sonunda karada biter, ABD'nin de böyle bir kara gücü yoktur, bundan dolayı sonunda mağlup olmaya mahkumdur.
Bunun için bir devletin bu işe başlaması yeterlidir. Mesela, böyle bir uygulamaya İran başlayabilir; başlamalıdır. Atom bombasından, hattâ atom santralinden vazgeçmeli; ama kesinlikle parasını yani İran Riyalini faizsiz hâle getirmeli, "Adil Düzen Ekonomisi"ne geçmelidir. Sömürü sermayesini yenecek asıl bomba işte budur: Adil Ekonomik Düzen.
Başörtüsü, düşünce özgürlüğü ve parti kapatma davalarında milleti yok sayan, 367 garabeti ve 411 vekilin iradesini hiçe sayan kararı ile tepki çeken Anayasa Mahkemesi, CHP'nin başvurusu ile bir kez daha halk iradesi ile karşı karşıya.
Yeni bir hukuk kabusu yaşatmayın
Milletin seçtiği 411 vekilin, üniversitelerde başörtüsü yasağına son veren kararını kendini iktidar yerine koyarak "esas"tan görüşüp iptal eden, Demirel ve Sezer'de aramadığı 367 imzayı, Gül'ün Cumhurbaşkanlığı adaylığında şart koşan Anayasa Mahkemesi bir kez daha demokrasi testinde. Kamuoyu, Anayasa Mahkemesi'nin kendi itibarını yerle bir eden bu kararları hafızalardan silinmeden ülkeye yeni bir 367 kâbusu yaşatmamasını istiyor.
Anayasa çiğnenmesin!
CHP'nin her zaman olduğu gibi milletin hakemliği yerine Anayasa Mahkemesi'nin hakemliğine başvurması, yüksek yargının da sürekli CHP'nin talebi doğrultusunda kararlar alması tepki topluyor. Hukukçular, Anayasa'da açıkça Anayasa Mahkemesi'nin yalnızca "biçim" yönünden inceleme yapabileceğinin belirtildiğini vurgulayarak, Anayasa Mahkemesi'nin, Meclis'in ve Cumhurbaşkanı'nın onayından geçen "değişiklik paketi"ne dokunmadan iade etmesi gerektiğini ifade ediyor.
TBMM, iki ay süren oylama maratonundan yorgun bir şekilde çıktı. Yürürlükte olan 1982 darbe anayasasının 26 maddesinin değiştirilmesini öngören teklif paketi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün onayına sunuldu. Gül'ün de onayı ile referandum süreci beklenmeye başlandı. Bu konuda, yürürlükten kaldırılmış eski kanun maddesine dayanarak referandum sürecini 60 günden 120 güne çıkaran bir yorumda bulunan Yüksek Seçim Kurulu'nun (YSK) kararının hemen ardından ana muhalefet partisi CHP, her zaman yaptığı gibi soluğu Anayasa Mahkemesi'nde aldı.
YSK "ben de varım" dedi
Yüksek Seçim Kurulu, CHP'nin itirazı doğrultusunda bir karar alarak, referandum süresiyle ilgili değişikliği yok saydı ve yürürlükten kalkmış bir hükme dayanarak süreyi 120 gün olarak belirledi. Hukukçular, şu anda olmayan, kaldırılmış olan bir kanuna dayanarak referandum tarihi için 60 yerine 120 gün yorumunda bulunan YSK'nın siyasi bir karar alarak yeni bir "367" skandalına imza attığını ifade ediyor. Yüksek Seçim Kurulu'nun, CHP'nin istediği şekilde "120 gün" yorumunda bulunmasının altında, karmakarışık bir hale düşmüş olan CHP'nin toparlanabilmesi ve Anayasa Mahkemesi'nin olaya etki etmesi için zaman kazandırıldığının yattığı vurgulanıyor.
CHP yine halka değil mahkemeye gitti
CHP, başörtüsü yasağı, katsayı zulmü ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yaptığı gibi bir kez daha Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanan ve 12 Eylül'de halk oylamasına gidecek olan Anayasa değişiklik paketinin iptali için 111 imzayla Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. Başvuruya 97 CHP, 6 DSP, 7 bağımsız ve DP Milletvekili Mesut Yılmaz imza attı. Değişikliklerin halkoylamasına gitmesini istemeyen CHP, gene milletin hakemliği yerine Anayasa Mahkemesi'nin hakemliğini seçti. CHP tüm maddelerinin iptalini ve yürütmesinin durdurulmasını istedi.
CHP'nin dilekçesi YARSAV'dan
111 imzalı başvurunun Anayasa Mahkemesi'nin eski raportörü ve YARSAV Yönetim Kurulu Üyesi Ali Rıza Aydın tarafından hazırlandığı ortaya çıktı. Aydın'ın başvuru dosyasını bizzat hazırlaması dikkat çekti. Uzun süre Anayasa Mahkemesi raportörlüğü yapan Ali Rıza Aydın, bir süre önce bu görevinden ayrılmış ve YARSAV'ın son genel kurulunda yönetim kurulu üyesi seçilmişti.
Kendini Yasama yerine koyan mahkeme
Şubat 2008'de üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakacak Anayasa değişikliği teklifinin tümü üzerinde TBMM'de yapılan oylama, 103 'ret' oyuna karşılık 411 oyla 'kabul' edilmişti. Değişiklik CHP tarafından Anayasa Mahkemesi'ne götürülmüş ve mahkeme değişikliği 'şekil' yönünde görüşmesi gerekirken, düzenlemeyi reddetmişti. Anayasa Mahkemesi'nin bu kararı ise, "mahkemenin yetkilerini aşması" olarak değerlendirilmişti. Anayasa Mahkemesi'nin görev ve yetkilerini belirleyen Anayasa'nın 148. maddesine göre ise, mahkeme, Anayasa değişikliklerini sadece şekil yönünde denetleyip esas bakımından inceleyemiyordu. Ancak Anayasa Mahkemesi, Hürriyet gazetesi'nin "411 el kaosa kalktı" diye manşetten verdiği 411 milletvekilinin onayı ile geçen başörtüsü yasağının üniversitelerde biraz yumuşatılmasını öngören anayasa değişikliğini "esastan" görüşerek, kendisini yasama organının yerine koymuş ve halkın büyük tepkisini çekmişti. Son Anayasa Değişiklik Paketi'nde ise, bir daha böyle "yetki aşımı" durumu yaşanmaması için yeni bir düzenlemeye gidilerek, mahkemenin, Anayasa değişikliğiyle ilgili düzenlemeleri "ne şekil ne de esastan" denetleyemeyeceği özellikle vurgulandı.
Siyasi mücadelenin yargı'ya yansıması
Anayasa Profesörü Mustafa Kamalak da Anayasa Mahkemesi'nin değişiklik paketini iptal etmesi durumunda en az 367 kararında ve daha önce 411 milletvekillinin kabul ettiği Anayasa değişikliğini iptalde olduğu gibi, büyük eleştiri alacağını belirterek şuna dikkat çekiyor: "367 kararı, Anayasa Mahkemesi'ne itibar mı kazandırdı? Hayır. 411 milletvekilinin kabul ettiği Anayasa değişikliğini, şeklen değil esastan inceledi. İtibar mı kazandı? Sanmıyorum. Bunlar Türkiye'deki siyasi mücadelenin yargıya yansımasıdır."
Kamalak, Mahkeme'nin elindeki dosya durumuna göre hareket etmesi halinde 4 ay içinde bir davayı sonuçlandırmasının mümkün olmadığını dile getirerek, "Öncelik verse bile, her şeye rağmen 4 aylık süre içinde davayı esastan karara bağlayamaz" dedi.
Dokunulmaz kuruluşlardan birisi olan YSK'nın kararlarının tıpkı Anayasa Mahkemesi ve HSYK kararları gibi kesin olduğunu söyleyen Kamalak, "Temyizi yoktur. İtiraz merci sadece kendisidir. Karar, YSK'dan oy birliği ile çıktığına göre, oraya itirazın bir etkisi olmayacaktır" diye konuştu.
AYM olduğu gibi iade etmeli
Anayasa Mahkemesi'nin değişiklik paketini şekil yönünden incelemesi gerektiğini kaydeden hukukçular, ikinci bir 367 faciası ile karşı karşıya kalınmaması ve hukuka güvenin selameti için mahkemenin değişiklik paketini olduğu gibi iade etmesi gerektiğini vurguluyor.
"550 Milletvekili de birleşse AYM iptal eder"
Başlıktaki sözleri, çok değil bundan iki ay önce CHP Sözcüsü Mustafa Özyürek, Başbakan Erdoğan'ın başörtüsü yasağının üniversitelerde kalkması ile ilgili "411 Milletvekili birleşti, Anayasanın bir maddesini değiştirdi. Fakat Anayasa Mahkemesi iptal etti" şeklindeki sözlerine karşı söylemişti. Özyürek, Başbakan'ın bu sözlerine karşılık: "411 değil 550 milletvekili de birleşse, o kararı Anayasa Mahkemesi iptal etmek zorundadır" demişti. CHP ile yüksek yargı arasındaki bu karşılıklı "güven"e dayalı ilişkinin boyutu düşünüldüğünde Mahkeme'nin, "CHP'nin etkisi altında kalıyor" eleştirilerine neden tepki göstermediği de anlaşılıyor.
Bir kez daha Anayasa çiğnenir mi?
Anayasa'nın 148'inci maddesinin birinci fıkrası: "Anayasa Mahkemesi, kanunların kanun hükmünde kararnamelerin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü'nün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler. Anayasa değişikliklerini ise sadece şekil bakımından inceler ve denetler.. "
Radikal Yazarı Cengiz Çandar:
Yüksek yargı, "ideolojik şato" oldu
"Yüksek yargı, epey bir süredir, hukuktan ayrılarak 'ideolojik' ve 'siyasi' kararlar üreten kurumları temsil eder hale geldi. YSK'nın bu konudaki öncülü Anayasa Mahkemesi. Hukuk dışı ve 'siyasal nitelikteki' kararlarının başında 2007'deki mahut '367 kararı' geliyor. Anayasa Mahkemesi, 411 oyla TBMM'nin kabul ettiği, kimilerinin 'Kaosa kalkan 411 el' manşetiyle TBMM'ye başkaldırdığı Anayasa değişikliğini iptal etmesiyle 'yetki gaspı'nın bir başka örneğini vermişti. Bütün bunlar, bir yandan da ve 'yargı'nın yasama ve yürütmenin üzerine çıkarak 'kuvvetler ayrılığı'nı ihlal etmesini ifade ediyordu. AİHM'den dönen Yargıtay'da onanmış kararları da eklerseniz, Türkiye'de yüksek yargının pek iç açıcı bir profil çizmediği görülür.
Yani, Türkiye'de 'yüksek yargı', bir 'hukuk dağıtım mekanizması' olmaktan çıkıp, bir 'ideolojik-siyasi şato' haline geleli epey zaman oldu. O nedenle, CHP, Anayasa Mahkemesi'ne başvuracağını duyurduğu vakit, halkın önemli bir bölümü Anayasa Mahkemesi'nin CHP'nin bir 'alt-komisyonu' gibi çalışarak karar verecek olmasından, yakın geçmişteki örneklere bakarak kaygı duyuyor."
Adalet eski Bakanı Hikmet Sami Türk:
Mahkeme, incelemeyebilir bile
"Ortada henüz kabul edilmiş bir anayasa yok, sadece Meclis'ten geçen bir metin var. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi, bu gerekçeyle incelemeyi kabul etmeyebilir. Halk oylamasında kabul edildiği takdirde 10 gün içinde dava açılabilir. Halk oylamasında kabul edilip edilmeyeceği belli olmayan bir değişikliği Anayasa Mahkemesi'ne götürmek çok gerekli değildi.''
Takvim Yazarı Bülent Erandaç:
"Yeni 411 ve 367 arayışları"
"411, 367" kararlarına imza atan bir Anayasa Mahkemesi referanduma gitme kararını bile iptal edebilir.. Abdullah Gül'ün Çankaya yolunu kesmek, cumhurbaşkanı seçimini iptal ettirmek için CHP lideri Baykal yüksek mahkemeye başvurmuştu. Anayasa Mahkemesi de bir hukuk skandalı olan 367 formülünü benimsemişti. Başörtüsü yasağını kaldıran Anayasa değişikliği TBMM'de 411 gibi rekor bir oyla kabul edilmişti. Başörtüsü yasağına karşı toplumda oluşan mutabakat Meclis'e yansımış, Meclis yasağı kaldırmıştı. Anayasa mahkemesi, Meclis kararını iptal etti. Anayasa Mahkemesi, evrensel hukuk ilkelerini çöpe atarak kendisini iktidar ilan etmiştir. Artık kanun koyucumuz, Anayasa Mahkemesi'dir.
Bu yara devam ediyor. CHP, halktan kendisini iktidara getirecek oyu alamıyor, bazı anayasal kurum mekanizmaları ile "iktidarın" gücüne ortak olmaya çalışıyor. Meclis kilitlendiğinde söz milletindir."
Anayasa Mahkemesi Raportörü Doç. Dr. Osman Can:
"Halkın seçmediği yargı, halkı temsil edemez"
"148. maddede, 'Anayasa Mahkemesi şekil denetimi yapar', diyor. Biçim denetiminin dışına taşan bir eylem Anayasa Mahkemesi'ni, Anayasa Mahkemesi olmaktan çıkarır, 11 kişinin bir araya gelerek, kendi siyasi görüşlerini deklare etmesi anlamına gelir.. Kimin yargı yetkisini kullanacağına, millet tarafından karar verilmesi gerekir. Danıştay, Sayıştay, YSK, HSYK, Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimine halk katılmıyor ki. Peki, bu durumda yargı yetkisi nasıl halk adına kullanılıyor? Yargı söz konusu olduğu zaman, halk yok."
Eski bakan Ekrem Pakdemirli:
"Mahkeme özle ilgili karar veremez!"
"367 bir garabetti. Vatandaş, bunu seçimde dile getirdi. Bir garabet daha yaparlarsa, AK Parti'nin ekmeğine yağ sürerler. Anayasa Mahkemesi, anayasa değişikliği paketine sadece şekil olarak bakabilir. Zaten Anayasa Mahkemesi'nin özle ilgili bir karar verme şansı yok. Onlar da siyasi bir şey olduğundan böyle yaptılar. Şimdi özde bir inceleme yapılamaz. Şeklen bir yanlış varsa, 'Şu şu uymadığı için iptal ettik.' diyebilir. Meclis de bu yönde şekil yanlışını düzeltir ama bunun dışında bir inceleme yapması, Anayasa'ya göre mümkün değil."
lekalem@hormail.com
İsrail’in Meşruiyeti Var mı?
İngiliz gazeteci AlanHart'ın İsrail ile, Siyonizm ile ilgili bir makalesini okudum (mounadil.blogspot.com). Bu zatın son kitabı "Siyonizm: Yahudilerin gerçek düşmanı" ismini taşıyor ve üç ciltten oluşuyor.
Hart'ın iddiaları şunlar:
1. İsrail devletinin meşruiyeti İngiltere'nin 1917 tarihli Balfur deklarasyonu ile Birleşmiş Milletler'in 1947'deki, Filistin topraklarını iki devlete bölme kararına dayanır.
2. 1917'de Filistin Osmanlı devletinin bir parçası idi. Ona ait toprakları, iki devlet arasında veya uluslararası bir anlaşma olmadan peşkeş çekmeye İngiltere'nin hukuken hakkı yoktu.
3. Yahudilerin bundan iki üç bin yıl önce bu topraklarda bizim atalarımız yaşıyordu iddiaları da temelsizdir. Çünkü eski İbranîler ile çağdaş Yahudiler arasında biyolojik bir bağ yoktur. Olsa bile başka bir halkın uzun zamandan beri üzerinde yaşadığı toprakları gasp etmek, yerli ahaliyi kovmak, kaçırmak, katl etmek için haklı bir sebep olamaz.
4. Birleşmiş Milletlerin Filistini bölmeye, bir Yahudi, bir Arap devleti oluşturmaya hakkı yoktu.
5. Birleşmiş Milletlerin bu haksız kararının uygulamaya konması için Güvenlik Konseyinin bu kararı tasdik etmesi gerekirdi. Karar tasdik edilmemiştir.
6. İsrail, varlığını ve kuruluşunu tek taraflı ve devletler hukukuna aykırı olarak ilan etmiştir.
7. Siyonistler, İsrailin kuruluşundan önce de sonra da terörizm yapmışlar, Filistin'in yerli Arap halkını öldürmüşler, yurtlarından sürmüşler; kaçırmışlardır.
8. İsrail devletini meşrulaştırmak hakkı sadece ve sadece Filistin halkına aittir. Başka hiçbir kişide ve halkta böyle bir yetki ve hak yoktur.
Bu konuda bazı ilaveler yapıyorum:
Çok koyu dindar Neturei Karta hahamlarının dediği gibi:
a. Filistin Filistinlilerindir.
b. Beklenen Mesih çıkmadan önce Yahudilerin Filistin'e göç etmeleri Musevî dinine aykırıdır, büyük günahtır.
c. Siyonizm Musevî dinine göre büyük küfürdür.
ç. İsrail devleti meşru bir devlet değildir.
d. İsrail devletine dindar Yahudiler vergi vermemelidir, onun ordusunda askerlik yapmamalıdır, onun kanunlarına itaat etmemelidir.
e. Filistinlilerin, vatanlarını geri alınca, istedikleri kadar Yahudiyi yerinde bırakmaya, istediklerini de kovmaya hakları vardır. Bu konuda pazarlık yapılamaz.
Yanlış anlaşılmasın, bunlar benim şahsî fikir ve görüşlerim değildir, bir kısım dindar Yahudi hahamlarının düşünce ve kanaatleridir.
Lozan anlaşmasıyla Türkiye eski toprakları üzerindeki haklarından vaz geçmiştir ama Filistin ile mânevî, tarihî, kültürel bağları vardır. Filistin'de 400 yıl boyunca Osmanlı bayrağı dalgalanmıştır. Hiçbir emperyalist emel olmamak şartıyla Türkiye'nin Filistin halkını desteklemesi gerekir. Filistin halkı razı olursa ileride Filistin ile Türkiye arasında bir federasyon kurulabilir. (Diğer bölge devletleriyle birlikte).
Evet, İngiliz gazetecinin dediği gibi Yahudilerin en büyük düşmanı Siyonizmdir.
Siyonizm nedir:
1. Bir ideolojidir.
2. Bu ideoloji ırkçıdır.
3. Bu ideoloji Musevî dininin öğretilerine aykırıdır.
4. Nice Yahudi bilgesi haham Siyonizmin küfür olduğunu açıkça beyan ve ilan etmiştir.
Bu gidişle üçüncü dünya savaşı İsrail ve Siyonizm yüzünden çıkacaktır. Bu savaşta nükleer silâhlar kullanılacak ve insanlık yeni bir taş devrine dönecektir.
Keşke Yahudilerin çoğunluğu Neturei Karta hahamlarını dinleseler ve insanlığı korkunç bir felâketten kurtaracak girişimlere hemen başlasalar.
Yahudilerin içinde çok okumuş, çok kültürlü, her konuda çok uzman kimseler vardır. Filozoflar, büyük düşünürler vardır. Keşke onlar bir araya gelseler ve hem Yahudilerin, hem de insanlığın felâketine yol açacak büyük savaşı önleseler.
Allah birdir, hepimizin İlahı ve Rabbidir.Allah zulümden hoşlanmaz, kötülüğe razı olmaz. Siyonistlerin içinde gerçekten Yahudi olmayan bir yığın ateist ve dinsiz bulunmaktadır. Dindar Yahudilerin en büyük düşmanı mazlum Filistinliler değil, bu dinsiz azgın Yahudilerdir.
Siyonizm, İsrail devleti Tevrata aykırıdır. Hz. Musa'nın öğretilerine, emir ve yasaklarına, öğütlerine aykırıdır.
Aklı başında bilge hahamların öğretilerine aykırıdır.
İsrail ve Siyonizm yüzünden çıkacak üçüncü dünya savaşında çok insan, bu meyanda çok Yahudi can verecek, yaralanacak, perişan olacaktır.Keşke akıllarını başlarına toplasalar.
* (İkinci yazı)